İKİNCİ BÖLÜM

Oğuz Çetinoğlu: Türkçemiz, yazıldığı gibi okunur, söylendiği gibi yazılır. Batı taklitçileri ‘ceo’ yazıp ‘sio’ okuyorlar… 

Nebi Ceylan: ABD’de Kent State Üniversitesinde bulunmuştum. Soyadımın “Seylan” olarak telaffuz edilmesine, yurdumun adının hindi anlamında “Turkey” olarak kullanılmasına asla razı olmadım. Bana oradaki yabancı arkadaşlarımın gönderdikleri mektuplarda hep “Türkiye” yazılıdır. Bende mevcut. 

Bir İngiliz sömürgesinde değil, Türkiye’mizde bir kurumda, tamamı İngiliz imlasıyla yazılmış Türkçe isimlerden oluşan bir listede, bir kadının adını görünce donakalmıştım. İğrençti! O kadın, “Benim adım bu değil! Adım yerine bu kadar iğrenç kelimeler yazma hakkına sâhip değilsiniz; kişilik haklarım, onurum…” diye mahkeme açsa karar ne olur dersiniz?  Sözgelimi Dominique Wellss’in adını böyle yazacağız elbette fakat mesela Ünal Övülmüş’ün adını neden Unal Ovulmus diye yazıyoruz? Klavyelerimizde ö harfi, ü harfi yok mu? Düşünün, ışık yazmıyorlar, isik yazıyorlar. İsik. Ne demek bu? “Adam bize odun vermedi.”cümlesini İngiliz alfabesiyle yazmışlar. Oysa adamın vermediği şey odun değil, ödün; taviz, yani. Bu kafayla yazılmış fakat burada asla sözünü edemeyeceğim çok çirkin örnekler hatırlıyorum ve “Nedir bu müstemleke kafası!” diye isyan edesim geliyor.

Çetinoğlu: Doksan altmış doksan, kültürü noksan medyatik bayanların konuşmaları da dikkatinizi çekiyordur…

Ceylan: Çekmez mi? Spikerlerimiz Türkçelerinin güzelliğiyle değil, endamlarıyla alâka görüyorlar, kabul ediliyorlarsa ben ne diyebilirim ki… El hak, endamları mükemmel, gerçekten…

 Bir spikerin “Haydi bakalım, playliyoruz” dediğini hatırlıyorum. Yani plak çalacak alt tarafı, “play”liyoruz” diyor. 

Bir başkası “Bu kadar telefonda konuşmak çıldırdatif bir durum.” demişti.“Çıldırtıcı” dese kimse anlamayacak mı?  Hayır, ‘çıldırdatif’ diyecek ki Fransızcaya benzesin.

Efendim, çoğu artık “Maç start aldı” diyor. “Takımımız sahayı efektif kullanıyor”muş spikerlerimize göre. “Bu iş artık must oldu” diyorlar. Özellikle futbol programlarında ne “zihniyet” var ne “anlayış”, bir “mental”dir gidiyor. Bari onu da “mantalite” diye doğru kullansalar!

“Teens”lerin çok tuttuğu bir song.” Yani yeni yetmelerin çok tuttuğu bir şarkıymış. Ve arkasından “Buralar yıkılıyoooo” diyorlar. Allah korusun, deprem mi oluyor? Anlayamadığım şeyler.

Efendim, bir gün eşimin rahmetli babaannesi bizdeydi, ekranda genç bir hanımefendi var, kendisiyle sohbet ediliyor. “Son zamanlarda sizi podyumda göremiyoruz” diyorlar, sebebini soruyorlar. Manken hanımın meğer bebeği varmış, tüm zamanını ona ayırıyormuş. Ne güzel! Ne güzel! Keşke tüm annelerin böyle bir imkânı olsa… Genç manken, bütün zamanını, dikkatini çocuğuna harcadığını anlatmak için “Ben ful konsantremi çocuğuma veriyorum.” deyince babaannemiz, “Aman kızım, bu mama dokunmasın sakın çocuğa.” demez mi! Çocuğa “ful konsantre” adlı bir mama verildiğini sanmıştı babaannemiz. 

Efendim, Allah rahmet eylesin, bir eski politikacımız, saygıdeğer de bir insan, “Bizim hanımdan muhtarlarımız var” demişti. “Tahtadan kulübe” der gibi, “Hanımdan muhtar!” Hanımdan muhtar olmaz efendim olsa olsa “hanım muhtar” olur. Amerika’da İkiz Kuleler’e saldırılar olduktan sonra New York Belediyesi ne kadar itfaiyeci varsa göreve çağırmış. Bu haberi aynen şöyle okudu bizim güzel spiker hanımefendimiz: “New York Belediyesi mamulen emekli itfaiyecileri göreve çağırıyor.” Dedim ki, dili sürçtü; “malulen” diyecekti, “imal edilmiş” anlamına gelen “mamulen” kelimesi çıktı ağzından. Fakat altyazıda da aynen öyle yazıyordu: “New York Belediyesi mamulen emekli olmuş…” Bu kadar cahil insanlar ekranın önüne de arkasına da oturtulmamalı! Ama oluyor işte.

Efendim, belediye otobüslerinde şöyle bir yazı yıllardır beni çok rahatsız ediyordu: “Lütfen harp malulü, gazi, hamile ve yaşlılara yer veriniz.” Her okuyuşumda düşünürdüm: “Harp malulü, gazi, hâmile ve yaşlı birini nereden bulacağız?”

Hem harp malulü olacak hem gazi olacak hem hamile olacak... Olmaz ki. Oysa şöyle diyebilirlerdi: “Harp malullerine, hamilelere ve yaşlılara yer veriniz.”

Neyse ki düzelttiler. Yanlıştan dönmek büyük erdemdir.

Çetinoğlu: Ses bayrağımız güzel Türkçemizi çok hor kullanıyoruz. Başını gözünü yara yara… 

Ceylan: Türkçeyi tıpkı sokağı kullandığımız gibi hor kullanıyoruz. Sokağa çöp dökeriz… Balkondan veya kapının önünden… Türkçe bizim sokağımız âdeta, çöpümüzü Türkçemizin içine döküyoruz.

Çetinoğlu: Bazı kelimeler yanlış telaffuz ediliyor…

Ceylan: Şöför, motör, folklör gibi ince söyleme meraklarımız da var makina, meyva, Amarika, oparasyon gibi kalınlık, kabalık meraklarımız da.

Hemen herkes hakem yerine a’yı uzatarak “hâkem” diyor. Acaba diyorum, hakem mi kalmadı ortada; herkes hep hâkem diyor? Oysa, hâkim var, hekim var, hakîm var, hakem var ama hâkem diye bir kelime yok dilimizde.

Belki farkındasınız, bütün rakipler de “râkip” oldu.  Haaakem, raaakip.., Ne diyeyim?

Böğrek diye bir şey yok; “börek” bu mübarek. Eşim Rumelilidir, böreği çok severiz ama böğrek denince midem bulanıyor benim.

Özellikle genç kızlarımız “hayır” demiyorlar, “haayır” diyorlar. Ayrıyetten, hakkaten, pahallı… deniyor. Yok böyle kelimeler! “Mesela diyelim ki” demek çok yaygın. Efendim, ya “diyelim ki” veya “mesela” denir. O saçma sapan “Tabi ki de” modası bitmeden “atıyorum” modası çıktı… Atıyorum kaba bir ifade. Örnek veriyorum deyin, mesela deyin, sözgelimi deyin. Demiyoruz efendim. 

Eski kelimeleri bilir bilmez kullananlarımızdan da şikâyetçiyim. Bilfiil yerine “bir fiil”, bilvesile yerine “bir vesile”; “imtahan”, “mütahhit”… 

Hele hele anlı şanlı insanlar “deam et”,“muhattap”, “hukuğun” demiyorlar mı! Bunalıyorum.

Efendim, biz çocuklarımıza kadim kültürümüzün kelimelerini bile doğru öğretemedikten sonra, yeni yapılan kelimeleri yanlış kullanmalarını yadırgamayalım. Yıllar önce, çocuklar sınavda kâğıtlarına “cevaplar” yerine “yanıtlar” yazmak amacıyla yanıklar yazıyorlardı. Çok gülerdim buna. Kelimenin türetilişi, dilbilgisi bakımından kusursuzdu, doğruydu ama bu kelimenin çocukların zihinlerinde bir çağrışımı yoktu, anlamını kavramalarına yardım edecek bir alt yapısı yoktu. Onlar “geri gelmek, dönmek” anlamındaki “yanmak” fiilinden, fiilden isim yapma eki olan –‘ıt’ın işlevine uygun kullanılmasıyla yapılmış bir kelime olduğunu bilemezlerdi. Öğretmenlerine şirin görünmek için bu yanıt kelimesini kullanmaya çalışıyor ama beceremiyorlardı. Neyse efendim.

Çetinoğlu: Matematik kitabı galiba haklı… Ay adı olan Kasım ile erkek ismi olan Kasım’ı aynı harflerle yazıyoruz. Babamızın kızkardeşi ‘hala’ ile “daha – henüz’ mânâsındaki ‘hâlâ’ kelimeleri arasındaki farkı ilkokul öğrencilerimize öğretemedik. ‘Cümlenin gelişine göre okunacak’ mış…’ Yeterli bir çözüm olur mu?

Ceylan: O da bir yol ama bu yolun pamuk ipliğine tutturulmuş zayıflıktaki varlığına Türkçe gibi sağlam bir dilde yer olmamalı. Dilimizde yar-yâr, aşık-âşık, adem-âdem, alem-âlem, şura-şûra, adet-âdet, hal-hâl… gibi anlamları birbirinden tamamen farklı fakat söylenişleri benzer kelimeler varsa ya onları birbirinden ayırt eden sesleri koruyan yazım kurallarını yaşatacağız veya bu kelimeleri kaldırıp atacağız. Atabilirsek tabii. Türkülere, şiirlere, destanlara, manilere, ninnilere, deyimlere, atasözlerine girmiş kelimeleri atmak kolay mı? O anlayışa ciddi biçimde karşıyım.

Çetinoğlu: Bir de garip cümle yapıları kuruldu, oluşturuldu. Sahne alanlar, alkış alanlar, tehdit alanlar var… ‘Çok sayıda turist yurda giriş yaptı.’ deniliyor…

Ceylan: Dil konusunda duyarlı olanlar bu garip ifadelerle çok uğraştılar. Yıllarca öğrencilerime “Evladım, böyle bir ifade yok, giriş yapmak diye bir fiil yok. Pencere yapılır, kapı yapılır falan da giriş yapılmaz.” deyip durdum. Nihayet, bilmem hatırlar mısınız, ÖSYM bir sınav sorusunda “giriş yapmak” sözünün yanlışlığını olarak ortaya koydu da konu kapandı sanmıştım. Meğer kapanmamış. Hâlâ kahvaltı yapmaktan, dua yapmaktan, telefon yapmaktan dem vuranlarımız var. Oysa bunlar yapılmaz, edilir. Evlat sahibi olmak, çocuk sahibi olmak, doğurmak gibi sözler yerine “sipariş” çağrıştıran ve bana hiç zarif ve saygılı gelmeyen bir “çocuk yapmak” sözü var, içime sinmiyor. Çocuk dedim de aklıma geldi: Yıllar önce Büyükada’da eşim ve ben, kendilerine misafir olduğumuz arkadaşlarla birlikte gezintideydik. Karşımızdan, giyimlerinden gayrimüslim olduklarını hemen anladığımız üç hanımefendi geliyordu.  Hoparlörlerden bir anons duyuldu: “Üstünde kırmızı elbise olan 6-7 yaşlarında bir adet kız çocuğu kaybolmuştur. Görenlerin…” Sözlerimizi duyabileceğimiz kadar yaklaşmıştık birbirimize. O hanımefendilerden biri dedi ki: “Dilini eşek arısı soksun zo! Taneyle çocuk, üzümdür bu?”

O Ermeni hanımefendinin Türkçe bilincinin ellerinden öperim. Taneyle çocuk olmaz, bir adet çocuk olmaz!

Bilirsiniz, birden çok varlıklardan birine onların “teki” denir. Mesela ayakkabıların birine “ayakkabının teki”, arabaya koşulmuş atlardan birine “atın teki” denilir. Ama “Şurada oturan kadınların teki” diyor çocuklarımız, “kadınların biri” yerine. Kötü.

Sanırım üzgünüm.”diyen var. Hazret, üzgün olup olmadığını bilmiyor! Tam İngilizceden tercüme. “Haydi çav” diyorlar. “İyi öğleden sonralar bayan.” diyorlar. Bana saçma geliyor. Hiç tünaydın demedim ben, demem de bu sevimsiz kelimeyi sevmiyorum. Efendim, “tün” diye bir kelime var eski Türkçede, Göktürkçede; gece demektir. Bu kelime zamanla “dün” biçimine dönüşse de XVI. yüzyıla kadar “gece” anlamını korumuş ama sonra anlamı da değişerek “bir önceki gün” yani “dün” karşılığı olmuş. Kelimenin “gece” anlamı, artık bir hatıra gibi sadece “tünemek” fiilinde yaşıyor. “Kümes hayvanlarının kümeste gecelemesi” anlamındadır tünemek… Başka bir yerde “tün” de yok onun “gece” anlamı da… Tünaydın... Ne demek bu? Saat 13.00’te öğrenci “Tünaydın öğretmenim” diyor. “Evladım, daha güpegündüz…” Geçelim.

Fokuslanmak, çek etmek, kompleks, deadline vermek, start almak, şok olmak… Şok olmak ne demek yahu? Şoka girilir, şoktayım denir, hatta Fransızlar gibi şoke olmak da denir belki ama şok olmak da nedir? Ben gençlere, “Yok evladım, siz şok olmayacaksınız, adam olacaksınız.” diye takılıyorum, anlıyorlar.

Şimdi çocuklarımız, özellikle genç kızlarımız, “Evet, haklısın, bence de öyle, doğru” diyecekleri yerde boyunlarını büküp “Yâni.” diyorlar. Bu nasıl bir özettir? 

Başka şeyler de söyleyebilmeli çocuklarımız. Düşünce, ayrıntılarla doludur, onları sadece “yani”ye sığdırmak marifet değildir, olsa olsa düşünce ve dil fakirliğidir. 

Çetinoğlu: ‘Aynen’ diyorlar. ‘Evet, öyle, söylediğiniz gibi, bildiğiniz gibi…’ ifâdeleri unutuldu. ‘Pardon’ diyorlar. ‘Afedersiniz, özür dilerim, kusura bakmayınız, geçebilir miyim, izin verir misiniz, müaade eder misiniz?’ İfâdeleri zahmetli bulundu ve rahmetli oldu.

Gençlerimiz, hızlı konuşma sevdasıyla kelimelerin, cümlelerin sonunu yutuyorlar. Onlara mesajınız var mı? 

Ceylan: 23 Nisan şiiri okur gibi bir konuşma tarzı vardır bizim çocuklarımızın. Ki ben de bir zamanlar onlar gibiydim. Cümle başlar ama sonunu katiyen bulamazsınız. “Geldi 23 Nisan, neşe doluyor insan… Mır mır mır…” çölde kaybolan su. Nereye gitti cümlenin sonu? Belli değil.

Lütfen sevgili gençler, insanlar sizin söylediğinizi tam olarak duysun. “Duysun”, diyorsanız sonraki n’yi de duysunlar. Kelimeleri, harfleri yemeyin, yutmayın.

Bizim kuşak Türkçe konusunda şanslı bir kuşaktı gerçekten. Nihat Sami Banarlı bizim hocamızdı. Rahmetlinin verdiği iki örnek, Atilla İlhan’ın ifadesiyle, mıh gibi duruyor benim aklımda: “Biz Türkler Salanikos kelimesini ‘Selânik’ yaptık. Arapların na’na kelimesini, dil zevkimizle incelttik, ‘nâne’ yaptık.”

Günümüzde herkesin ortak bir öğretmeni, ortak bir okulu var: televizyon. Ülkemizde ilk defa özel televizyonlar kurulduğunda ne kadar sevinmiştik; demokrasinin bir nimeti demiştik, herkes istediği gibi yayın yapabilecek falan. Ben hiç de mutlu değilim, sonuç beni hiç de tatmin etmiyor; tatmin etmeyi bir tarafa bırakın, mutlu etmiyor. Neden? Çünkü televizyonlar arasında kalite yarışı yok, sanki kalitesizlik ve bayağılık yarışı var. Sanki hangisi daha niteliksiz olursa o kadar çok beğeniliyor, kendi ifadeleriyle “reyting alıyor.” Zâten başka bir şey yapmalarına gerek yok. “reyting almak” ifadesi bile Türkçenin kalbine saplanmış bir zehirli hançerdir. 

Çetinoğlu: Dil meselesinde en önemli yanlışımız sizce nedir?

Ceylan: Eğri oturup doğru konuşalım. “Dilde zorlama yoktur.” deriz ama buna pek uymayız. Kimileri ille de yeni kelimeler kullanmaya zorlar kendini, dilden yabancı kökenli kelimeleri atalım diyerek şiddetli bir “tasfiye” ister, kimileri de daima eski kelimeler kullanılsın ister. Maalesef her iki tarafta da kendisi gibi yapmayanları kınayan hatta ağır biçimde suçlayanları gördüğümüz oluyor. Bunlar yanlış. Çok yanlış. Ben şahsen, dil konusunda alışkanlıklarımdan pek vazgeçemiyorum ama Cumhuriyet Dönemi’nde oluşmuş veya canlandırılmış birçok yeni, doğru veya halka mal olmuş kelimeyi de dilime gelince kullanmakta hiç tereddüt etmiyorum. Mesela, genellikle kelime derim ama sözcük de derim, doğa derim, yargıç derim; savcı, özel, özellik, içtenlik… Türkçenin genlerini taşıyan güzel kelimelerdir.

Sayın Çetinoğlu, bir bakar mısınız, Atatürk’ümüzün tespiti ve gösterdiği hedef ne kadar güzel! “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî duyguların gelişmesinde en önemli etkendir. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” 

Kurtaracağız elbette ama bu iş Türkçeleşmiş kelimeleri atmakla olmaz. Bu iş Arap kültürüne veya Batı dillerine hayranlık duymak ve onların kelimelerini, mantıklarını dilimize sokmakla olmaz, bu iş birbirimizle inatlaşmakla hele hele akıl yolundan ayrılmakla asla olmaz. Ben çocukken Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti vardı. Münakalat Vekâleti, Nafia Vekâleti vardı. Şimdi nerede o isimler? Onlar Türkçeleşmemişti ve elenip gitti. Artık Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı diyoruz, iyi de ediyoruz.

Sonuçta şuraya gelmek istiyorum: Üstünden epeyce bir zaman geçtiği için Ziya Gökalp’ın dil konusundaki düşüncesinin artık bayatladığı zannedilebilir. Hayır, doğrular bayatlamaz efendim. Eskir, ama doğru olmaya devam eder. Ziya Gökalp haklı; “Türkçeleşmiş, Türkçedir.” Bu kadar kısa: Türkçeleşmiş, Türkçedir! Şu etrafa bir baksanıza: kalem, kâğıt, mürekkep, kitap, defter, mektep, hoca, talebe, kürsü, mikrofon… Bunların hiçbiri Türkçe değil. Ama çoğu belki hepsi artık bizim olmuştur, Türkçeleşmiştir.

Çetinoğlu: Kelime türetilirken Türk dil bilgisi kaidelerine uygun hareket etme mecburiyeti söz konusu mudur?

Ceylan: Elbette. Dilin özel bir yapısı, bir anatomisi vardır ve onun içindeki her oluşum o özel yapıya uymalıdır. Bu, genel bir kuraldır. Böyle olmasına rağmen, uygarlık ilişkileri içindeki her dilde olduğu gibi dilimizde de o özel yapının yüzde yüz korunması mümkün olmamaktadır, olamaz da. 

Çetinoğlu: Herkes kelime türetebilir mi? İhtiyaç hâlinde kelime türetmek kimin – kimlerin yetkisinde olmalı?

Ceylan: Sayın Çetinoğlu, takdir edersiniz ki dilin sahibi, millettir. Akademik kurullar, devlet kurumları dil üzerinde araştırmalar, çalışmalar yaparlar ve mutlaka yapmalıdırlar. Kelime de türetmelidirler. Bunu, kendini bu konuda yeterli bulan, kendine görev edinen herkes yapabilir. “Falanca kurumdan veya kişilerden başkası kelime türetemez.” gibi bir sınırlama asla olamaz, olsa da yok hükmündedir. O kurullar, kurumlar ve kişiler âcizane (Âciz Arapça, -ane ise Farsçadır!) şu an bizim de yaptığımız gibi, gerekli durumlarda açıklamalar yapmalı, kamuoyunu bilgilendirmelidir. Yine de son söz o dilin sahibi olan millete ait olacaktır.

(DEVAM EDECEK)