ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Oğuz Çetinoğlu: ‘Târih’ ve ‘ruh’ gibi Arapça kelimelerin sonuna Fransızcadan alınan sel – sal takıları eklendiğinde, ‘tarihsel’ ve ‘ruhsal’ kelimeleri için ‘Türkçedir, kullanılabilir’ diyebilir miyiz?

Nebi Ceylan: Başka bir sorunuza cevap verirken değindiğim gibi, dilin kurallarına yüzde yüz uygunluk, tıpkı bir milleti oluşturan kişilerin aynı ırktan olmasının söz konusu olamayacağı gibi ortadadır. Türkçenin bugün en önemli sorunu -sal -sel ekleri değildir. Bu isimden isim yapma eki, Türkçede sadece kumsal örneğinde vardır ve oradaki işlevi, “kumluk” anlamında yer adı yapmaktır. Buna rağmen, verdiğiniz örneklerde ve daha birçok kelimede bu ek kullanılarak “-e dair, -e ile ilgili” anlamında sıfatlar yapılmıştır. Birkaç defa ifade ettiğim gibi, bu yapılış yanlıştır fakat halkımız tarafından özellikle okuryazar kesim hatta en üst düzeydeki yöneticilerimiz tarafından bu kelimeler tutulmuştur ve kullanılmaktadır: Bilimsel, yaşamsal, yasal, ruhsal, tarihsel, kentsel, parasal, doğal…

Oğuz Bey, şimdi sakince bir bakalım: Türkçeye aykırılık sadece bu kelimelerde mi? Yani asıl mesele bunlar mı? 

Ruhî, hukukî, hayatî, ahlakî, millî, manevî, maddî… gibi sayısız kelime var dilimizde. Bu kelimelerin hem gövdesi Türkçe değildir hem de sonlarına getirilen ve tıpkı -sal, -sel eki gibi “-e dair, -e ile ilgili” anlamında sıfatlar yapan “nispet eki” Türkçe değildir. 

Tabip, kalem, sema, miras, misal… gibi sayısız yabancı kelime, Türkçenin “büyük ünlü uyumu” kuralına uygun mudur? Değildir. 

Türkçede uzun ses yoktur fakat bu kurala uymayan selamet, beka, husumet, tedarik, mesafe, zahir, batıl… gibi sayısız yabancı kelime kullanmaktayız 

 Türkçede diftong yoktur, yani iki tane sesli, yan yana gelmez fakat bu kurala aykırı pek çok yabancı kelime kullanıyoruz: kaide, maalesef, şair, şiar, ziraat, saadet, maarif, hain…

Türkçede Arapçanın ayın sesi yoktur fakat benim öğrenci olduğum yıllarda bu sesi taşıyan kelimeler Arapçadaki gibi telaffuz edilir ve yazılırken de kesme işareti kullanılırdı: san’at, da’vet, ma’rifet, cema’at…vs.

Türkçe kelimelerin başında c, l, m, n, v, r, z ünsüzleri bulunmaz. Bu durumda cesaret, lüzum, mesela, namus, rabıta, vasıta, zalim… kelimelerini ne yapalım?

Esasen, manen… gibi Arapça kelimeler bizim dilimizde olmayan Arapçadaki tenvin denilen bir kuralla yapılır. Bunları biz de kullanıyoruz. Hatta bazılarını mesela maddeten yerine madden diye yanlış, bazılarını da gerçekten örneğinde olduğu gibi Türkçe kelimeye Arapça kuralı ekleyerek kullanıyoruz.

Bir de öz be öz Türkçe olan birçok kelimenin zamanla uğradığı anlam değişmesi gerçeği vardır. Mesela “yavuz” kelimesi geçmişte “kötü, hırsız” anlamındayken günümüzde “yiğit kahraman” anlamını kazanmıştır. “Keleş” kelimesi “yakışıklı, yiğit” anlamından “çirkin, kel” anlamına gerilemiştir. “Emgek” kelimesi “acı, eziyet” anlamındayken zamanla hem “emek” olmuş hem de “bir işi yapmak işin harcanan güç” anlamını kazanmıştır.

Diller de değişir demiştim. Dilimizin hem biçim hem de anlam bakımından taşıdığı sayısız istisna, kural dışı kelime zamanla ayıklanacak veya kalıcı olacaktır. Bunların ayıklanması yasayla, suçlamayla değil dilin kendi yatağında akışı içinde olacak, kararı halk verecektir.  

Sorun sadece tarihsel, ruhsal kelimeleri olsa keşke. Bütün bunlar için, “Bunlar Türkçedir, kullanabiliriz.” diyebilir miyiz, sorusuna benim cevabım şudur: Türk halkının kabul ettiği, kullandığı; düşüncemi, duygumu, dileğimi aktarmamı karşılayan her kelime bizimdir ve benimdir; eğer vazgeçemediğim alışkanlıklarım beni engellemezse ben onları seve seve kullanırım. Aynı anlama gelen kelimelerden de Türkçe olanı seçerim. Altını çize çize söylemek isterim: Dilde de ırkçılığa karşıyım. Saf ırk olmadığı gibi saf bir dil de yoktur. Bilgili ve “entelektüel” görünmek, belli bir politik düşüncenin yandaşı olduğunu ortaya koymak, ideolojik bir saplantı, körü körüne bağlılık, vb. tutumlarla kelime aramak ve kullanmak bence çoğumuzun yaptığı temel yanlıştır. Farklı düşünce ve tutumları suçlamak hatta suçlamayı “hainlik” iddiasına kadar götürmek de cabası. 

Dilimiz ne çekiyorsa bu tutumlardan çekiyor!

Çetinoğlu: Arapça, Farsça kelimelere kapılarımızı kapatıp, İngilizce ve Fransızcadan, üstelik Türkçesi varken kelime almayı nasıl yorumlarsınız?

Ceylan: Dilimizin kapılarını açık tutmamız gereken yani kendisine “dil kapitülasyonu” uygulayacağımız  “mümtaz”, “ayrıcalıklı” bir dil yoktur ve olamaz. Buna Batı dilleri gibi Arapça ve Farsça da dahildir.

Türkler İslamiyet dairesine girdiklerinde, Arapça gibi bir bilim ve Farsça gibi bir sanat diliyle karşılaşmışlardı. Önlerine yığılan pek çok sayıda yeni kavramı, ister istemez bu dillere ait karşılıklarıyla aldılar. Eğer tarihten ve sosyolojiden habersiz olsaydık, “Keşke atalarımız o dönemde o yabancı kelimelerin yerine uygun Türkçe kelimeler türetselerdi.” diyebilirdik. XIX. Yüzyılda din değişikliği kadar olmasa bile oldukça etkileyici bir değişikliği yaşamaya başladık: Batı uygarlığı. Yine yeni kavramlar, yine yeni kelimeler… Bu kez de Fransızca furyası! Fakat huyumuz gereği hep aşırı gittik. 

Uzatmayayım, Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün her alanda giriştiği atılımlardan biri de Türk milletini dilinden haberdar etmek; ona sahip çıkmayı, onu arındırmayı, geliştirmeyi ciddi biçimde ele almak olmuştur. Zaman zaman doğal olarak aşırılıklara, çıkmaz sokaklara da girilen bu süreçten sonra İkinci Dünya Savaşı’nın çalkantıları, emperyalist oyunlar; modayla, sanatla, teknolojik ürünlerle, üstümüze çullanan “kapitalist hegemonya”,dilimize bir ara pek meraklısı olduğumuz Amerikalılaşmanın kelimelerini, tamlamalarını musallat etti! Bunu ileri gitmek, “hür dünya” ile bütünleşmek sanıp neredeyse göbek attık. Bu deyim için özür dilerim ama tek kelime İngilizce bilmeden “I want to be a part of it New York, New York” diyen İngilizce şarkıyı, yanına “Amerika Amerika, Türkler dünya durdukça beraberdir seninle…” diyen Türkçe şarkıyı ekleyerek kendimizden geçmemiz neyin nesiydi?  Kapılarımızı da gönlümüzü de adeta İngilizceye açtık. Devran halen ol devran. Kapat kapatabilirsen!

Günümüzdeki İngilizce, Fransızca kelime hayranlığımızın dünkü Arapça, Farsça kelime hayranlığımızdan kalır yeri yok! Kullandığımız Batılı kelimelerden belli birkaç harfle başlayan örnekler sayayım: vizyon, misyon, volüm, ütopya, timing, trend, türbülans, travma, trekking, tempo, sabotaj, sansasyon, seans, self servis, sempati, sendrom, senkronize, senkron, radikal, rafting, rant, realizasyon, remiks, rezonans, rezidans, rölanti, rövanş, ritüel,  revizyon, revize etmek, restorasyon, radikal, rantabl, rehabilitasyon, palyatif, pankart, pesimist, optimist, polemik, popülarite, poşet, potböri, pozisyon, pragmatik, prestij, prezantabl, prosedür, protez, prömiyer, provokasyon, provokatör, popülarite, obsesyon, obezite, obez, offshore, online, oportünist, obsiyon, optimal, oryantasyon, otomasyon, obje, objektif… Daha en az 15 harfe hiç girmedim!

İşin dikkate değer yanı, dün Osmanlı Türkçesi kullananlar nasıl kendilerini halkın üstünde seçkin bir sınıftan sayıyorlarsa (Bunda haklıydılar, öyleydiler.) bugün Türkçesi İngilizce ve Fransızca kelimelerle dolu olanlar da kendilerini öyle sanıyorlar. Tek kelime İngilizce bilmediği halde “rahatsız oluyorum” yerine “irrite oluyorum” diyen Türk çocuğunun kapıldığı sel beni düşündürüyor… Biz belli birkaç kelimeyle, birkaç türetme yanlışıyla uğraşmanın kısır döngüsünden çıkalım artık. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor!   

Çetinoğlu: Türkçenin geleceğinin iyi olacağını düşünmek, kendimize olan güven duygusunun tezâhürüdür. Peki böyle bir düşünce, Türkçenin problemlerinin hallinde anahtar olabilir mi?

Ceylan: Evet Oğuz Bey. Bu güven köksüz, dayanaksız değildir. Genç ve çok başarılı bir profesör, Maarif Vekâletinin 1925’te yayımlanan bir “tamim”ini, dilini anlamakta zorlandığı için bana getirdi. O tamimden herhangi bir cümle aktarayım: “Yarınki neslin manevî hayatı ile alakadar her türlü mes’uliyeti deruhte etmiş olan maarif memurları, kendilerini müşterek ve mukaddes gayelerinin tahakkukuna isal edecek hututu vazıhan bilmelidirler.” Cümlenin devamında hamiyet-i vataniye, vasıta-i maişet, müsbet istihkakların hücceti ve mükâfaatı, cüz’i mütemmim… gibi Türkçeliğini takdirinize sunacağım nice söz var. Üstelik bunlar, Millî Edebiyat hareketinin gayretleri sonucu hayli sadeleşmiş bir dilden alınmıştır. 

Bugün alınan yol azımsanamaz. Türkçenin sorunlarını çözme yoluna bu inanç ve kararlılıkla çıkılmazsa sonuç hüsrandır. Önce inanç ve güven.

Çetinoğlu: Ali Canip (Yöntem) ve Ömer Seyfeddin’in 1911 yılında Genç Kalemler Dergisi’nde başlattığı sâdeleştirme hareketi bir müddet sonra yön değiştirdi. Gelinen noktada bugün Türkçemizin yanlışları ve problemleri, Türkçemizin aslî unsuru olan doğrularından ve güzelliklerinden çok daha fazladır. Hangi yanlışlıklar yapıldı da Türkçemiz özelliklerinin güzelliklerinin uzağında kaldı?

Ceylan: Doğadaki eylemsizlik (atalet) yani değişime ayak diremek, durumunu korumaya çalışmak, insanoğlunun ruhunda da var Oğuz Bey. Sadeleştirme hareketine de o dönemde Servet-i Fünun şairleri karşı çıkmışlardı. Bu rağmen Servet-i Fünun’un düzyazı ustası Halit Ziya, Cumhuriyet Dönemi’nde romanlarının dilini sadeleştirme ihtiyacı duymuştur. Bu bile, dilde iyi, doğru olumlu bir şeyler yapma girişiminin asla sonuçsuz kalmayacağını gösterir. Sadeleştirme hareketi,“At gitsin.” hareketine dönüşmemeliydi. Maalesef “özleştirme” yapıldığı sanılarak girilen yol, iyi niyetle bile olsa yanlıştı.

Çetinoğlu: Yabancı dille eğitim (belki de öğretim demek daha doğru olabilir) hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ceylan: Ben öğretimin kişinin ana dilinde olması görüşündeyim. Belki de yanılıyorum, belki de yabancı dil bilmeme çaresizliğine bilinç altından karşı koymak çabasıdır bu görüş. Sakince düşünmemiz gereken ciddi bir konu bu. Yüzyıllarca bilim dili olarak Arapçaya ve biraz da Farsçaya bel bağlamışız. Bilim yolundaki Türk insanı o dillerin kelimeleriyle hayal etmiş, düşünmüş, tasarlamış. Tanzimat’tan beri de Batı dilleriyle… Şimdi kendimize soralım Türkçemiz bugünkü hâliyle matematikte, fende, tıpta, teknolojide hatta felsefede, psikolojide… bilim dili olarak yeterli midir? Bu “literatürlerde” kaç Türkçe kelime yer almaktadır? Tanzimat’a kadar gelen süreçte durum farklı mıydı? 

Bir insan dille düşünür. Bir kelimenin karşılığı bir insanın dilinde yoksa o kavram o insanın dünyasında da yoktur. Yüzyıllar boyunca bilimde Arapçaya sığınmak zorunda bıraktığımız Türkçemiz, bugün bilim alanında yine yetersiz kalıyor olmalı ki yüksek öğretimde ve özellikle daha üst düzeydeki akademik basamaklarda İngilizceye yöneliş var. Rahmetli hocalarım Muharrem Ergin, F. Kadri Timurtaş da Batı’dan alınmış birçok terimi kullanırlardı: Genitif, gerundium, nominatif, datif, akkuzatif, vokal, konsonant, transkripsiyon, gramer, kategori, partisip, instrumental, bibliyografya, fonetik, morfoloji, etimoloji, semantik, sentaks, fonksiyon, predikat, haploloji… Acaba bilim, ortak bir dili mi gerektiriyor? Sorunun cevabı, bu alanda çok iyi araştırmaları, otorite ve söz sahibi olmayı gerektiriyor. Mesela İngilizceyi, Eski Türkçeyi, Osmanlı Türkçesini ve günümüzün edebî Türkçesini mükemmel bilen ve kullanan rahmetli hocam Fahir İz gibi olsam bu konuda söyleyecek sağlam düşüncelerim olabilirdi ama maalesef o durumda değilim. 

Yurt dışında, farklı ülkelerden gelen öğrencilerle tanıştım. Üniversitemizde de pek çok yabancı öğrencim oldu. Yurdumun çocuklarını onlarla karşılaştırdığım zaman yabancı dil bilme konusunda çok gerilerde olduğumuzu görüyorum. Oysa çocuklarımıza ve gençlerimize Türkçeyi çok iyi öğretmenin, sağlam bir Türkçe bilinci kazandırmanın yanı sıra mutlaka yabancı dil öğretmeliyiz. Belki bu sayede yabancı dil gevelemenin önüne de geçeriz. Zira, İngilizceyi çok iyi bilen aklı başında hiçbir Türk görmedim ki Türkçesine İngilizce kelime karıştırmak saçmalığına yönelmiş olsun. 

Çetinoğlu: İnternet Türkçesinin konuşma ve hattâ yazı diline menfi tesirleri önlenebilir mi, nasıl?

Ceylan: Elbette önlenebilir ama zamanla ve Türk halkını eğitip bilinçlendirerek. Bir gün mutlaka önlenecektir, inanıyorum. Nereden nereye gelindiğini bir düşününüz. Halit Ziya Uşaklıgil bugün sağ olsa ve o ünlü romanını yazsa adını “Aşk-ı Memnu” mu koyardı yoksa “Yasak Aşk” mı? 

İstanbul Üniversitesi mezunu yaşlı başlı bir komşu hanım dün bana “Hıfzıssıhha nedir?” diye sordu. Sağlık ocağında, oradan gelen iki genç, tahlil için kendisinden kan almışlar. Onlara soramamış. Açıkladım. “Neden Sağlığı Koruma Enstitüsü” demiyorlar diye kızdı. Bu bilinç düzeyi, internet Türkçesi maskaralığını da yenecektir elbette. Düşünün, şimdi hâlâ “Abidik gubidik yeşşee!” diyen var mı?  Biz çocukken ne kadar yaygındı! Yakın zamana kadar dillerden düşmeyen “Harold yani.” kaldı mı? Bizlere düşen, hiç durmadan yazmak, konuşmak ve uyarmak… Başarmak zorundayız ve başaracağız. 

Çetinoğlu: Güneş dil teorisi hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Ceylan: Estağfurullah. Çok samimi olarak şunu söyleyebilirim: Atatürk’ün yorgun ve fakir Türk milletine yüceliğini, sahip olduğu gizli kalmış gücü hatırlatmak ve onu coşturmak için elinden geleni her fırsatta ve her yolla yaptığı, hepimizin malumudur. Güneş Dil Teorisi de bunlardan biridir. Türk dilinin, dünyanın bütün dillerine kaynaklık etmiş az sayıdaki büyük dillerden biri olduğu inancıyla bu teoriye sarılmıştır. Atatürk’ün inancının bir kuruntu olduğunu düşünenler de vardır. Oysa bugün de Kore dilinin, Japoncanın Türkçeyle köken ilişkisi üzerinde duruluyor. Amerikalı Kızılderililerden Komançilerin, Kuman Türklerinin soyundan geldiği iddiaları ele alınıyor. Bunlar doğru da çıkabilir yanlış da… ama irdeleniyor. Atatürk döneminde de Avrasya’da hatta Amerika’nın kadim halkları İnkaların, Azteklerin, Mayaların kültürlerinde ve dillerinde Türk izi aranmıştır. Ben bunu, Atatürk’ün “milli” varlığa verdiği önem ile açıklarım. Bu hareket, zamanla çizgisinden saparak kelime ayıklamaya yönelmiş ve Atatürk’ün gözünden düşerek terk edilmiştir. Yanlış olan arayış değildi, Türk dilini güçsüz bırakacak, acze düşürecek yollara girmekti.

Çetinoğlu: Efendim, Türkçemiz sizce nereye gidiyor?

Ceylan: Deprem, 1939’da Erzincan’da, 1966’da Varto’da, 1967’de Sakarya’da, 1999’da Körfez’de bizi can evimizden vurdu. Bizleri büyük acılara gark eden depremler yaşadık. Ülkemizi, o canım Anadolu”yu boydan boya geçen ve bizi sürekli tehdit eden korkunç bir fayın üstünde yaşıyoruz. Bizi ne zaman vuracak bilmiyoruz. Ben, bizi ilk vuracak fayın dilimizin altından geçtiğini söylemek istiyorum ve bazen bağırasım geliyor: “Dil elden gidiyor.” Belki o zaman bana diyecekler ki, “Senin başka derdin yok mu kardeşim?”                    

Çok şükür şahsî bir derdim yok. Ufak tefek problemler olsa bile, önemli değil. Fakat ülkemin, milletimin, Türkçemin dertleri benim derdimdir. Onlar bana bütün şahsî problemlerimi unutturuyor. 

Çetinoğlu: Dil elden giderse ne olur? 

Ceylan: Dilimiz elden giderse Kaşgar’da Mahmut, Yusuf Has Hacip, Herat’ta Ali Şir Nevaî ölür. Orhun’da yazıtlar taş kesilir; Haydar Baba, Ağrı Dağı, Toroslar yıkılır… Sakarya, ayağa kalkamaz sürünür, Kızılırmak kurur… Ne allı gelinimiz ne türkü çağıranımız ne Varna’dan “Memet!” diye bağıranımız ne Niğde’nin han duvarları ne o duvarlarda bir şair arkadaşa rastlayanımız ne Süleymaniye’miz ne de Süleymaniye’de bayram sabahımız kalır. Münir Nurettin’siz, Neşet Ertaş’sız, Mahzunî Şerif’siz, Âşık Veysel’siz kalırız. Şairleri haykırmayan öksüz çocuk oluruz… 

Dilimiz elden giderse -ağzımızdan yel alsın-Türklük yok olur, dağılırız.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Gelibolulu Şâir Mustafa Ali Efendi”nin beytindeki gibi; “Bir dokun bin âh işit kâse-i fağfurdan” misali bir sohbet oldu. Atalarımız, “Derdini söylemeyen derman bulamaz” demiş. Derdimizi söyledik. Belki bulunur kurtaracak bahtı kara Türkçemizi… 

Ceylan: Ben de size teşekkür ederim Sayın Çetinoğlu. Asla ümitsiz değilim, kara gündür; bıkmadan uğraşırız gelir geçer. Biz millet olarak zorlukları yenmeyi biliriz. 

 

BİTTİ


NEBİ CEYLAN:

Konya Ereğli’sinde 1948 yılının 10 Kasım’ında doğmuş, yaklaşık dört ay sonra “Bugün doğdu.” denilerek 1 Mart’ta “Türk milletinin varlığına dâhil edilmiş. ‘Bir dedesi Balkanlarda öteki dedesi Çanakkale’de ve Sakarya’da savaşmış birer gazi. Babası ise fakir bir marangozmuş. Öğretmen Okuluna birincilikle girmiş, üç yıl İvriz’de sonra İstanbul Ortaköy’de Öğretmen Okulunda okumuş. Gönderildiği İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirip Trabzon Sürmene Lisesinde öğretmenliğe başlamış. 13 yıl devlet liselerinde öğretmenlik, müdürlük yaptıktan sonra Bahçeşehir Uğur Eğitim Kurumlarında çalışmaya başlamış. Hâlâ o kurumun içinde, Bahçeşehir Üniversitesinde öğretim görevlisi.

Çocukları, torunları ve emekli öğretmen eşi için “Onlar mutluluğum, zenginliğim.” diyor.