‘Türk Fotoğraf Tarihine İz Bırakanlar’ serimizin bu haftaki konuğu Yusuf Darıyerli. 30 yılı geride bıraktığı fotoğraf geçmişi ve bu süreçte ürettiği çalışmaları ile Türkiye fotoğrafının değerli isimlerinden olan sanatçı geleneksel yaşam alanında güçlü fotoğraflar üretiyor. Ülkemizin kültürel gelişim sürecinde yapıtlarıyla varlığını kanıtlamış, geçmişin değerlerini ise geleceğe taşımaktadır. Genellikle siyah-beyaz fotoğraflar üreten sanatçı estetik yönü ve içeriğiyle güçlü fotoğraflar üretmeye devam ediyor. Yaşamından kesitleri, projeleri ve fotoğraf sanatına dair görüşlerini aldığımız sanatçı ile yaptığımız söyleşiyi sizlere sunmaktan onur duyuyorum.
Yusuf Bey merhaba, Düzce’de geçen çocukluğunuzdan ve fotoğraf hikayenizin nasıl başladığından bize bahseder misiniz?
Doğduğum büyüdüğün şehir, bir güzel ifade ile “çocukluğum, anavatanım” hayatımın şekillenmeye başladığı yerdi elbette… İlk önceleri, Eczacıbaşı Yıllıklarında karşılaştım nitelikli foğraflarla... Sinema, hayal dünyamın gelişmesine önemli katkı verdi. İstanbul’da vizyona giren filmler haftası geçmeden, hayli modern bir sinema olan Martı Sineması’nda gösterilirdi. Liseden sonra Düzce’den uzaklaştım üniversite eğitimi için. Ve ancak mesleğimi kazandıktan sonra iyi bir kamera edindim ve fotoğrafla ciddi olarak ilgilenmeye başladım. “Gözün gördüğü gibi gören” bir kamera ile neler anlatılmazdı ki? Çok geçmeden kameranın aptal bir alet olduğu gerçeğini kavradım tabi ki…
Bilgisayar programcılığı ve İktisat eğitimleri ardından Felsefe okumaya karar verdiniz. Sayısal alandan sizi felsefeye yönelten ne idi Yusuf Bey?
Bilgisayar programcılığının “biçim verme sanatı” ile özdeşliği vurgulanırdı 1970’lerde. Tekrarlanan iş süreçlerini, bilgisayar yardımıyla yürütmek için şirketlerin programcılara ihtiyacı vardı… Sonraları Bill Gates ve arkadaşları kişisel bilgisayarları ve paket programları icat ettiler. Programlamaya olan ihtiyaç giderek azaldı. Ben de erkence mesleğe veda ettim ve tüm zamanımı çok sevdiğim ve asla emekli ilan edilmeyeceğim fotoğrafçılığa adamaya karar verdim. Felsefe eğitimi çok sonraları, pandemi döneminde “uzaktan eğitim” şeklinde 60’ımdan sonra gerçekleşti. Platon amcam 40’ından sonra Felsefe yapılmasının uygun olacağını tavsiye eder; benimkisi daha geç oldu…Felsefe, hayatı daha iyi kavramak için gereklidir, yolda olmaktır. Hayatı yorumlamayı seven biz belgeselciler ve sanatçılar için harika bir evrendir…
‘Panayır’ ve ‘Yular’ın ardından ‘Şölen’ gibi çok önemli proje gerçekleştirdiniz. ‘Panayır’ ilk projeniz, ‘Yular’ ise 12 yıllık emeğinizin, ‘Şölen’ ise 15 yıllık çalışmanızın ürünü. Projeleriniz neden bu kadar uzun sürüyor, oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Bir belgesel çalışma, özellikle kitap söz konusu olduğunda, bir dünya inşa etmek kadar ciddi bir iştir. Dünyadaki ilham verici kitaplar, örneğin; Ara Güler’in “Eski İstanbul Anıları”, Robert Frank’in “The Americans” kitabı, fotoğrafçısıyla ve onların hayatlarıyla özdeşleşmiş çalışmalardır. Zoru başarmaktır söz konusu olan. Konularını sevmeden, onları içselleştirmeden ve özgün bir anlam yaratmadan, oldu-bitti denilemeyecek kadar çetin bir iştir başarılı bir fotoğraf kitabı meydana getirmek… Dolayısıyla uzun zaman alır. Benim için de öyle oldu bu saydığınız kitap projeleri.
Kırsal yaşam belgesel fotoğrafçılığında önemli bir isimsiniz. Siyah beyaz ve belgesel fotoğraf projeleri üretmeye nasıl karar verdiniz?
Panayır, çocukluğumda derin izler bırakmış bir sosyo-kültürel olaydır. Fotoğraf yapmaya başladıktan sonra Anadolu’ya yaptığım fotoğraf gezilerinde tekrar karşılıştığım panayırlar (bir yirmi yıl sonra) beni olağanüstü heyecenlandırdı ve panayır projesini başlatmama vesile oldu. Bunun için Türkiye’deki bütün panayırları görmeliydim… Bu süreç on yıldan fazla sürdü. Analog S&B fotoğraf yapıyordum o dönemde çünkü hem gündüz hem de ‘az ışıklı’ gece fotoğraflarını çekebilmek ve birlikte sunabilmek S&B ile mümkün olabilirdi ancak. Ayrıca S&B bir çeşit soyutlama demekti; nesnelerin özünü renklerden arınmış bir şekilde aynı düzlemde buluşturmak ve sunabilmek demekti… ŞÖLEN de bir cennet yurt köşesi olan Bozburun yarımadasında keşfettiğim, olağanüstü zengin bir kültürel etkinliğin, Bozburun düğünlerinin monografisi… İnsan doğasının şaşırtıcı bir yönünü: görece olarak küçük bir toplumdaki imece ve dayanışma duygusunu ve bu düğünlerde ortaya çıkan inanılmaz coşkuyu barındırıyor bu çalışma.
Oldukça ses getiren hayvan pazarlarını konu alan ‘Yular’ adlı çalışmanız nasıl oluştu, içeriği nedir hocam?
YULAR çalışmasıyla, geleneksel hayvan pazarlarının günümüzdeki halini yansıtmak istedim. Bir zamanlar panayırların önemli bir parçası olan hayvan pazarlarıyla birkaç panayırda karşılışmış olmam bu çalışmaya kapı araladı. Köyler ve meralar terk edilirken, tabağımızdaki et giderek bize yabancılaşıp pahalılaşırken YULAR, tam da böyle bir ortamda, hayvancılığımızın görünen sahnesi olan geleneksel hayvan (mal) pazarlarını konu ediniyordu. S&B fotoğraflar, binlerce yıldır var olan insan-hayvan ilişkisinin anlamsal izleğini harekete geçiriyor, "hayvancılık", "sağlıklı et", "hayvan refahı" kavramları üzerinde düşünmeye çağırıyor.
‘Taşra Fısıltıları ’ adlı seriniz, sessiz sedasız fısıltılar ile bir şeyler anlatmaya çabalıyor. Bu sade ve vakur duruşları, içimize yumuşak dokunuşlar ile yavaş yavaş sızdırmayı nasıl başarıyorsunuz?
Taşraya yolculuklarım sırasında yeniden, dışarıdan bir göz olarak ona bakmayı, saklı sırlarını duyabilmeyi merakla ve bilme çabasıyla deniyorum... Orada hâlâ, kirletilmemiş toprak, çimen ve daha sağlıklı yaşam bulunacağı ümidini taşırım. Arka bahçelerine, dağ yamaçlarına uzanır, sokaklarına kulak verirseniz, duyabileceğiniz fısıltılar, bizi affetmeye hazır bir doğanın çağrısı hep var.
Biz böylesi fotoğraflarınızı duygularla yaşamın izlerini sürdüğünüz için fotoğrafın şiiri gibi okuyoruz. Bu yetiniz nasıl oluştu hocam?
Tek yanıt: Merak ve bilme çabası.
Her zaman şahit olacağımız ‘sıradan’ insanlara ve durumlara ait ‘sıradan’ bir teknikle üretilmiş fotoğraflarınıza bizi bu kadar bağlayan, tekrar tekrar baktıran güç nedir Yusuf Bey?
Fotoğraf, özellikle doğrudan fotoğraf yaşamla kopmaz bağları bakımından üzerinde duygudaşlık kurabileceğimiz bir araçtır. Sadece duyularımıza konu olan fiziksel gerçekliği temsil etme yönüyle değil duygularımızı harekete geçirme, kavramlarımızı zenginleştirme gücüyle fotoğraf eşsiz bir araçtır; fotoğrafçıyla izleyiciyi doğrudan buluşturan en kısa yoldur.
Fotoğraflarınızda, işlediğiniz ve belgelediğiniz konuların özündeki sorunları çözmek gibi bir amacınız oldu mu?
İyi fotoğraf hep görünenden fazlasını sunar. İzleyiciye düşen, büyük resmi hayal etmektir.
Fotoğraflar tek başına dünyayı değiştirme gücüne sahip değil ancak sessiz bir çığlık gibi milyonlarca bilinçte yankılanabilir.
Fotoğraf tek başına yapılan bir etkinlik.. Bugün gelişen iletişim ortamında kişinin bağımsız olarak var olması sizce mümkün mü?
Günümüzün gelişmiş iletişim olanaklarıyla fotoğraf hiç olmadığı kadar uzaklara yayılabilir, paylaşılabilir. Ancak ‘post-truth’ (gerçeklik sonrası) olarak nitelendireceğimiz bir çağda fotoğrafın sahiciliği büyük bir şüphe altında. Özellikle belgesel fotoğrafçılığı tehdit eden bu koşullar altında tek tek fotoğraflardan çok fotoğrafçının duruşu ve çizgisi belirleyici hale gelecek. Sanal dünyada karşılaştığımız fotoğraflara değil onların yaratıcılarına güveneceğiz.
Türkiye’de fotoğraf sanatçıları ve izleyicilerini nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’de fotoğraf sanatının bir karşılığı var mı sizce?
Büyük bir amatör fotoğrafçı kitlesi var ülkemizde. Amatör camiamızda daha çok ‘estetik fotoğraf’ yaklaşımı hakim olduğundan, gözlerimizin önünde akıp giden hayatın akışını yeterince izleyemediğimizi, yeterince belgeleyemediğimizi düşünüyorum. Kendilerini çağdaş fotoğraf sanatçısı olarak tanımlayan kişilerin ve bir avuç medya fotoğrafçısının dışında çaba gösteren bağımsız fotoğrafçıların yaşama koşullarının zor olduğunu belirtmeliyiz. Özellikle devletin ilgisizliği ve politik çizgiden ayrı düşünemeyeceğimiz ‘kültür yolu festivali’ gibi etkinliklerin bu durumu iyi yönde değiştirebileceğini düşünmüyorum.