Millet olarak kırılgan bir yapımız var. Cumhuriyetin yetiştirdiği modern, batılı, muhafazakâr,  laik, liberal insan profili ve düşünce yapılarımız içinde insanlarımız çok kırılgan ve hayatlarıyla ilgili geçişkenliğe kapalılar.

Hassasiyetlerimiz değişken olsa da Cumhuriyet nesli olarak çok kırılganız. İçe kapalı ve çok savunmasız olduğumuzu söylemeye gerek yok. Rüzgâr hangi yönden eserse o yöne savrulan kimlikler, kişilikler çevremizi kuşatmış durumda!

Geçenlerde bir gurup bir kişiyi karşılarına almış tartışıyordu. Tartışmanın konusu Suriye, Türkmenler, Göçler, Türkistan, Kırım ve milyonlarca göçmenin Türkiye’de yaşamasıydı.

 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim üçlü guruba karşı cevap vermeye çalışan kişi de 40’lı yaşlarda gösteriyordu. 

Çoğunluk “Çok yanlış . Bak milyonlarca Arap getirdik. Türkiye’de insanlar aç kalmaya başladı! Terör azdı. Olmaz böyle şey!” diyerek gemi azıya almışçasına veryansın ederken diğeri  “Türkiye’nin bölgede var olabilmesinin Balkanlar, Ortadoğu, İslam Dünyası, Kafkaslar, Afrika, Türkistan… Gelen her mazluma kucak açmasına bağlı olduğunu” anlatmaya çalışıyordu. 

Anlaşılan konuyu daha derinlemesine ve medeniyet tasavvuru açısından yaklaşan 40’lı yaşlardaki konuşmacının bu sözlerine karşı çıkanlar ise  “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini  “Ülke olarak sınırlarını komşularına, dünyaya kapat her ne olursa olsun; hatta komşu ülkelerde yaşayan din ve soy kardeşlerimizin soykırıma bile uğrasa onları duyma,  görme, bilme ve karışma!”   algısıyla büyütülen bir Cumhuriyet neslinin tepkisini gösteriyordu!

Tartışmanın sonuçsuz kalacağı belliydi. Tartışmalar doğu toplumlarında karşı tarafı dinlemek üzerine, onu anlamaya çalışmak üzerine yapılmazdı. Kendi düşündüğünü karşı tarafa dikte etme anlayışıyla başlayan tartışmalar her iki tarafı da yaralamaktaydı.

Türkiye’ye gelen mazlumlara kucak açmamız gerektiğini savunanlara tepki gösterenler haklı mıydı?

Cumhuriyet Türkiye’sinde ufku daraltılmış ve Türkiye Türklerinden başka Türk, Türkiye’deki Müslümanlardan başka Müslüman olmadığına inandırılmış nesiller adına haklı gibi duruyordu! Öğretilmiş yanlışları tekrar ederek 1930 sonrası geliştirilen resmi söylemin ne derece etkisi altında kalındığını ve bu söyleme iman etme derecesinde inandırılğını ortaya koyuyordu! 

Türkiye 1930’lu yıllardan itibaren Türk-İslam dünyasına karşı sınırlarını, zihinlerini, gözlerini ve kalplerini kapatıp yalnız Batı’ya bakarak uzun yıllar iç ve dış politikalar üretti! Gelinen noktada insanımızın Suriye’de, Irak’ta, Bosna’da, İran’da, Kafkaslarda, Balkanlarda,  Mısır’da, Yemen’de, Sibirya’da, Kırım’da, Doğu Türkistan… Açe’de, Sumatra’da, Filistin’de, Somali’de, Moro’da… Yardım bekleyen mazlumlara kol kanat germesi gereken tek millet ve devletin bizler olduğunu anlaması beklenmemelidir.

Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşlarının ekonomik, siyasi, coğrafi kayıplarından- çöküntülerinden ziyade Cumhuriyetin ilk nesillerinde zihni çöküntüler meydana getirmiş olmasını anlayışla karşılamak gerekir. O zaman yapılması gereken eğitim anlayışını yeniden ele almak ve nesillere dünyayı okuyabilecek zihin açıklığını kazandıracak çareler aramaktan başka çözüm yolu görünmemektedir…

Ancak artık mevcut durumda Batı ve ABD tarafından soğuk savaşın bitmesiyle birlikte yeni bir mücadele alanı olarak Türk-İslam dünyasıdır. 

Batı ve ABD’nin mücadele alanı içerisinde hiçbir zaman tam olarak ele geçirilemeyen, sömürge ya da mandater yönetim altında yaşamayan Türkiye’nin dize getirilmesi ve mümkünse içten ve taşeron örgütlerle (DEAŞ, PKK, FETO, PYD…) bu mümkün olmazsa diğer seçeneklerle dize getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu aşamada Türkiye’nin başta yakın dindaş ve soydaşlarıyla, ikinci planda uzak soydaş ve dindaşlarıyla gerçekleştirme olasılığı bulunan bütün ortak hareket kanalları kısıtlanmak istenmektedir. Kolların gövdeden ayrılması amacıyla başlatılan Turuncu Devrim, Arap Baharı safsatalarının odak noktasında Türkiye’nin bulunduğunu anlamanın en kestirme yolu Mısır darbesinden önceki Türkiye-Mısır ilişkileriyle darbe sonrası iki ülke ilişkilerini incelemek yeterli olacaktır!

Gelinen noktada mesele hangi iktidarın ülkeyi yönettiği meselesi değildir. 

Mesele Türkiye’nin başı dik, alnının açık yaşayıp yaşayamayacağıdır. Ya da boynumuz eğik ve Batı-ABD güdümlü bir Türk-İslam dünyası mı istenmektedir? 

Türk dünyasına karşı Türkiye merkezli koparılan gürültünün de, terörün de, Irak ve Suriye olaylarının da, Mısır darbesinin, Filistin sorunun ve hatta Kırım, Karabağ, Kafkaslar, enerji koridoru, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Doğu Türkistan meselesinin altında yatan ana nedenin de Türkiye’nin doğrulma emareleri göstermesidir!

Necip Fazlı Kısakürek’in “ Sakarya Türküsü” şiirinde ifade ettiği gibi 

“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; 
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya “

Ya da Ahmed Cevat’ın “Çırpınırdı Karadeniz” marşında söylediği gibi “Türkistan’dan esen yeller 
Şimdi sana selam söyler.” Şiirlerinde gösterilen gayeye inanıp iman eden bilim, kültür, siyasi ekonomik kadroları arttırmaktan geçmektedir. Türk Devletleri Teşkilatı” bu yolda atılmış önemli bir adımdır.