Canlılar arasında halinden memnun olmayan tek varlık insanoğlu olsa gerekir. Öyle ya halinden memnun olsaydı insanoğlu Dünyada ne işi vardı!

İnsan ne kadar çevreye hâkim olduysa o kadar vahşileşiyor. Vahşileşen insan egosunu tanrılaştırıp tapınmaya, kendisine taptırmaya başlıyor. Ortaya koyduğu eserler, konuşmalar, hatta inancı bile bu yönde gelişiyor bir süre sonra. Kendini ön plana çıkaracak mimari eserler, gökdelenler, camiler, reklamlar, diziler, filmler…

Köklü medeniyetimizin irfan ehli insan anlayışıyla ortaya konulan eserler dikkate alındığında mütevazılık, gösterişten uzaklık, yapılış gayesine uygunluk esas alınmışken vahşi ruhların ele geçirdiği günümüz insanının anlayışları taban tabana zıt görünüyor.

Yalnız mimari olsa neyse bir nebze anlayışla karşılayabiliriz. Ancak günümüz insanı hangi inanç, gelenek, kültür, ideoloji ve milletten olduğuna bakılmaksızın dolaşıyor. ”Ben varsam dünya, hayat var. Ben yoksam dünya, hayat yok!”

Böyle bir anlayış antik Yunan medeniyetinde Olimpos’ta yaşayan tanrılara mahsus pagan anlayışının Katolik Kilisesi eliyle batı kültürüne bati insanının zihinlerine kazınan bir anlayıştır.

Bu anlayış egoizme tanrılaştıran ve yarattıkları tanrıyı etnik dini haline getiren İsrailoğullarıyla Musevilik inancı etrafında kümelenen Yahudilik anlayışıdır.

Türk-İslam kültüründe hoş karşılanmayan ne varsa günümüz seküler inançları tarafından hoş görülüyor. Gösteriliyor, rol modeller haline getiriliyor.

Dünya milletleri, dünya ideolojileri ve dünya yönetim sistemleri dediğimizde zihnimizin bir köşesinde yerini bulabilirken dünya dini, seküler inanç, inanç ideolojisi, ideolojik din kavramları ilk etapta Musevilik ve Hıristiyanlık formüllerini çağrıştırıyor. Yönetim, sermaye ve din adamlarının formülleştirip sistematik bir hale getirdiği ”Dünyacı” inanç sistemleriyle İslam’ın aynı kefeye konması günümüz İslam dünyası ve Müslüman coğrafyalarının en büyük sorunu olarak görülmelidir. 

Tarihi, kültürel ve dini metinler bağlamında İslam dünyasının referanslarıyla Batı dünyasının referanslarının ortak zeminde buluşmaları mümkün değildir. 

Ancak işin pratik yönüne baktığımızda; inançlarını yapan insanları mercek altına aldığımızda 17.y.yıldan itibaren daha çok ”Batı Dünyası” din çerçevesinde gelişen yönetim, ideoloji ve yaşamların şekillendiği insanların elinde şekillenmiş görülmektedir. Bu şekillenme önceleri İslam ve Hıristiyanlık inançlarının karşı karşıya gelmesi şeklinde gelişmişken şimdilerde inançların ortaklaşması, dünya inancına geçilmesi, evrensel bir dil, millet ve değerler manzumesi; hukuk, yönetim, ekonomi, askeriye, teknoloji, mimari, müzik… Her alanda farklılıkların ortadan kaldırmasını öngören yeni bir inanç ve dünya sistemine doğru gidildiği görülmektedir. İslam dünyasını kendine döndürmesi ve sorgulamaya itmesi gereken Batı merkezli dini ve siyasi hayatın ekonomik ve teknolojik baskı unsuru olarak dayatılmasını görmek şeklinde olmalıdır.

Dünyayı yönetmek, şekil vermek, sahip olmak, her milletin inancın ülküsü ola gelmiştir. Mitolojiler, destanlar, efsaneler, menkıbeler... İnanç sistemi ve milli hasretlerin milletleri yön vermesiyle şekillenen hayaller, çabalar ve devletlerin ana gayesinin benimsediği milli ve dini değerlerin güzelliklerini ölümsüzleştirme olduğu görülmektedir. Bu kutsi anlayışın her köklü millet ve medeniyete Tanrı tarafından verilen bir görev olması ve Tanrının çalışma, üretme ve her daim hareket halinde bulunanları övmesi medeniyetin en önemli harcını oluşturmuş görülmektedir.

18.yüzyıldan sonra İslam dünyasında daha bir görünür hale gelen atalet, pasifleşme, durağanlaşma kendi üretime, gelişmeye ayak diretmenin altında milli ve dini hasretlerin itici güç olma yerine başka anlayışların olmuş olması yatmaktadır.

TÜRK ANLAYIŞININ DEĞİŞİMİ

Türklerin İslam anlayışının Arap, Fars ve diğer İslam anlayışlarından farklı ve ataletten uzak, devrimci, hareketli bir anlayış olduğu bilinmektedir.

“Tarih boyunca Türklerde medeniyet anlayışının 16.yydan sonra değişim ve dönüşüme uğrayan Türklerin inanç milli kültür ve medeniyet, ilerleme, motivasyon, özgüven anlayışlarındaki etkileriyle günümüze olan yansımalarını ortaya koymak gerekir. Şayet günümüz Türk inancının ve İslam medeniyetinin ataleti, dünyacı din ve devletlerinin argümanlarıyla hayata, devlete ve hatta Islama olan bakış açılarını değerlendirmek istiyorsak bu günün koşulları; dayatma ve hayat-inanç anlayışı kadar günümüze zemin oluşturan şartları ortaya koyma zarureti vardır. 

Evet, dünyacı din, ideoloji, devlet, ekonomi gibi kültürel yapı sistemleri arasında sıkıştırılan Türk İslam dünyasında bu durumun kabul edilemez olduğunu haykıranlar pek çoktur. Ancak mesele haykırıp bağırmak, mevcut duruma karşı günümüzde hiçte geçer akçe olmayan şiddete başvurmak (İŞİD, DAİŞ, EL KAİDE, TALİBAN… FETÖ Örneğinde olduğu gibi) mıdır yoksa derin medeniyet olgusundan hareketle 300 yıldan fazla bir zamandır Türk ve İslam dünyasının inanç, kültür, ekonomi, askeri, teknolojik…  Alanlarda kendine ve dünyaya neler kattığı –katamadığı-gerçeğini kabullenip bundan sonra atılması gereken adımları, yöntemlerini yeniden belirlemek mi gerekmektedir bunun muhasebesini yapmadan dünü, bugünü değerlendirmek yarına sağlıklı adımlar atmak mümkün olmayacaktır.  

Bizce meselenin can alıcı noktası burasıdır. Hoş, durumlarından şikâyet edenler çok olmasa da bu çoğunluğun mevcut durumu kabullendiği anlamına gelmez. En azından Türk ve İslam dünyasında varlığıyla çevresindeki kitleleri harekete geçiren düşünür, irfan ehli, kanaat önderlerinin sancı çektiğini bilerek hareket etmeli ve bu konuda yapılacak çalışmalara destek verilmelidir.