Vehmi ele alıp, hayale binip, adem / yokluk zulümatına / karanlıklarına doğru zihnen ve hayâlen yola çıkalım. Mezar-ı Ekber / En Büyük Mezar hükmündeki, ölülerle dolu şehri bir güzel kolaçan edip dolaşalım!
Zahiren yokluk görünümündeki, henüz yaratılmamış ya da, yaratılıp da yokluğa mahkûm olanları; bu gözlerden saklanan öncekileri ve sonradan onlar gibi olacaklarını sandığımız; hiçler âleminde, bir o yana bir bu yana koşturup duralım. Düşüncelerimize misafir olan hususları, bir bir gözden geçirelim.
Aslında ezelî kudret sahibi olan Yaratıcı; kendi kudret eliyle bizleri karanlıklar kıt’asından, yani yokluk arenasından bizleri tutup çıkardı. Ruhumuzu vücûd denen bedenlere bindirip, dünyaya gönderdi. Öyle bir dünya ki, görünüşte hiçbir şeyden lezzet alamıyacağımız bir meydana bizleri yerleştirdi.
Nihayet, şu vücut âlemine getirildik. O -görünüşte- her türlü engel ve engebelerle dolu alana. Bu durumda, yardım istercesine her tarafa, materyalist bir gözle bakıyoruz. Fakat kendimizi sayısız belâ ve elemlerin ortasında buluyor; onların hücumlarına maruz kalıyoruz. Korkmamak, çekinmemek ne mümkün? Sağa sola bakınıyor, keşke tabiat unsurlarından bir yardım eli uzansa diyoruz.
Fakat zahir ve sathî / yüzeysel bakışla görüyoruz ki, onların kalpleri kaskatı! Onlarda bizlere karşı, en ufak bir merhamet eseri yok! Sanki dişlerini bilemişler, kızgın bakışlarla bizleri süzüyor; ne nâz ne niyaz dinleyecek hâldeler! Bu durumda çaresiz bir şekilde, ümitsizcesine başımızı yukarılara kaldırıyor; yardım istercesine gökteki yıldızları seyre dalıyoruz. İnançsız bakışlarımızla, onları da bizlere karşı pek dehşetli bir tavır almış vaziyette görüyoruz!
Sanki her biri, birer bomba güllesi gibi yuvalarından çıkmış, uzay ve feza boşluğunda büyük bir hızla, birbirine dokunmadan, kendi rotalarında geçip gidiyorlar. Eğer biri yolunu şaşıracak olsa, -Allah korusun- şu şehadet / görünür âlemdekilerin ödü patlayacak! Sanki her biri tesadüfün elinde oyuncaklar gibi, insanı korkutuyor, dehşete düşürüyor! Anlaşıldı ki, bunlardan da, biz insanlara hayır gelmez!
Me’yûs / ümitsiz bir hâlde, o cihetten de elîm acılar ve hayretler içinde, yüzümüzü onlardan da çevirdik. Başımızı eğip, sinemizde saklandık. Bu sefer nefsimize baktık. Mütalâada bulunduk ve derin derin düşündük. Ve bu sırada, manen sağır olan kulağımız neler işitti neler; zavallı nefsimizden sayısız istekler; âdeta sıraya girdiler. Hâcetlerin çığlık ve feryatları kulaklarımızı sağır etti. Tesellî beklerken, ürpertici bir yalnızlık içinde bulduk kendimizi. Velhasıl, bundan da bir hayır çıkmadı.
İltica edercesine / sığınırcasına vicdanımıza girdik. Bu sefer ondan bir çare umduk. Sadece maddeyi gören gözümüz; heyhat / yazık ki, en ufak bir medet ve yardım belirtisini, ondan da göremedi.
Çünkü onda görünen binlerce emel, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat; kâinata uzanmıştı. Her birinden titredik. Çünkü hiçbiri yardım edecek durmda değildi. Zira o emeller sıkışmışlar yokluk vücudunda. Bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’at ve genişlikleri var.
Anlaşıldı ki,
Dünyayı yutsa, o vicdan da tok olmaz!
İşte mağdûb / gazaba uğramışların ve dallîn / dalâlette, sapıklıkta kalmışların yolları böyledir.
Tesadüf ve dalâlet, o yolda nazar endaz olup, o yola bakar!
Evet, inançsızlık; yani kâinatı ve insanı, tesadüfler ve dalâlet / sapık yollara düşmekle bilip anlayacaklarını sananlar; büyük bir aldanış içindedirler. Üstelik sonları da, ebedî hüsranda kalmak üzere noktalanacaktır.
Öyleyse, yol yakınken Sırat-ı Müstakim’i / Doğru Yolu bulmalıdırlar.
Çünkü bu dünya ve öteki dünyada, hem de ebediyyen sürecek olan tüm elem, inançsızlıktadır vesselâm.