ABD Başkanı Trump yalanlarının türü, niteliği, gün ve ay itibarıyla sayısı gibi hususlar müstakil araştırma konusu olmuştur. Siyaset tanımının özünde yer alan, şartlara göre tavır almak veya beyanda bulunmak gerçeğinden hareketle bazı kitaplarda “siyaset, yalan söyleme sanatıdır” tarifi bulunmaktadır. Bununla beraber bir ülkedeki fiili başkanın, bazı gerekçelerle savaş kararı verdikten sonra, “aslında böyle bir ihtiyaç yok, silah baronlarının üstesinden gelemedim” türü bir yakınmaya pek rastlanmamıştı. Trump’ın genellikle yaptığı ise birçok politikacılar gibi yalan söylerken bunu ilkel bir şekilde yapması, bu konuda sanat yeteneğinin olmamasıdır. Belki de böyle bir şeye ihtiyaç duymuyor.

İran’a yaptırımlar konusunda Trump’ın Mayıs ayındaki açıklaması, Uluslararası Politika, Güvenlik, Savaş gibi alanlarda hiç unutulmaması gereken “doğru”dur. Esasen kapitalistler (fabrikatör, sanayici, üretici) genel olarak savaşa karşı oldukları halde silah üreticilerinin savaş taraftarı olduğu literatürde yazar. Bununla beraber ABD-Ortadoğu ilişkilerinin en kritik aşamalarının birinden geçerken başkanın bu “patavatsızlığı”, aslında Uluslararası İlişkiler araştırmacıları için cevher niteliğindedir. Ancak daha önce benzer durumlar için sözkonusu olduğu gibi bu da yalanlardan bir yalan olarak geçiştirildi, işin doğruluk payı üzerinde durmak pek uygun görülmedi. Bunun yerine büyük güçlerin desteğiyle büyüyen, gelişen, yeni fonksiyonlar yüklenen “terör örgütleri” temelli senaryoların, bölge politikaları konusundaki analizler için son kullanım tarihi uzatıldıkça uzatıldı. 

Ortadoğu’da, İsrail ve kontrolü dışındaki yerlerde huzur, barış ve refahı pek istemeyen güçlerin minareyi çalarken terör veya güvenlik kılıfını kullanmaları anlaşılabilir. Buna karşın sözkonusu kılıf konfeksiyonculuğunu ve benzeri sahtekarlıkları mazur, hatta gerekli göstermeye çalışan araştırmacıların sorgulanması gerek. Çünkü bilimin öncelikle verilere dayanması gerektiği halde işine gelmeyen verileri araştırma zahmeti çekmeden “yalan” diye es geçmek kolaycılıktan öteye bilim dışılıktır.

Yıllarca süren müzakerelerden sonra ABD ve beş devlet ile Tahran yönetimi, İran’ın nükleer silah yapmasını önlemeyi amaçlayan bir anlaşmayı imzalamıştı. Anlaşmanın bir takım noksanları, yetersizlikleri olabilir, ancak sözkonusu mutabattan çekilmek için böyle bir gerekçe ortaya konmamıştır. Esasen mutabakat çerçevesinde denetimler ve kontroller sürmekteydi. Bununla beraber ABD, önce sözleşmeden çekildi, arkasından Basra Körfezi’ne uçak gemileri göndererek savaş tamtamları çalmaya başladı. Bir işadamı olarak Trump, piyasa gerçekleri veya ABD’nin reel-politiği açısından bunun gereksiz, hatta son derece zararlı olduğunu kabul ediyor. Bununla beraber gerek başkanlık süresinin kalan kısmında bir takım politikalarını uygulayabilmek gerekse bir dahaki seçimi kazanmak konusunda lobilere ve güç çevrelerine hoş görünmek, onların taleplerini yerine getirmek zorunda olduğunu da görüyor.

Televizyon rogramında moderatörün, İran’la savaş istemediği konusunda halkı temin edebilir misiniz sorusuna Trump, 19 yıldır süren savaşa karşı olduğu cevabını vermiştir. Devamında “Askerlerimiz halen oradalar. Kendimizi kandırmayalım, bu ülkede bir askeri-endüstriyel kompleks var ki sürekli savaş istiyorlar”. Bölgeden askerlerini çekmek istediğinde karşılaştığı baskı için “Suriye’den askerlerimizi getirmek istiyorum, bu çevreler çılgına dönüyor” demiştir.

Belirtmek gerekir ki ABD-İsrail’in İran’a karşı savaş arzusu aslında Türkiye dahil bütün bölgeyi istikrarsızlaştırma, iç çatışmaları genişleterek yaygınlaştırma, olabildiğince fazla insanın ölmesini, sakat kalmasını, hiç değilse ülkesini terketmesini sağlama temel stratejisinin bir parçasıdır. Nerdeyse yarım asırdır olduğu gibi bundan sonra da doğrudan ABD/İsrail-İran savaşı çıkmayabilecektir. Ancak bu denklem kapsamında Yemen’de, Suriye’de, Libya’da olduğu gibi hemen her bölge ülkesinde iç savaşlar, terör faaliyetleri devam edecektir. İran ile “savaşın eşiğine gelme” de aslında bu katliamları sıradanlaştırma, ikinci plana atma veya dehşet dengesi sürecinde çatışmaları normalleştirme/meşrulaştırma stratejisinin parçasıdır.

Trump’ın unutulmayacak doğru açıklamalarından biri de S-400 füze savunma sistemi almasında Türkiye’nin haklılığını itiraf etmesidir. Bununla beraber aynı Trump’ın Türkiye’yi cezalanadırma kararlarının altında imzası olduğu/olacağı da açıktır. Belirtmek gerekir ki ABD, silah baronları veya İsrail lobisinin (buna Rum, Ermeni ve diğerlerini de ekleyelim) problemi S-400’lerin NATO sistemi ile uyumsuzluğu veya NATO sırlarının ifşası kesinlikle değildir. Tıpkı Kıbrıs Barış Hareketi sonrasında silah ambargosu gerekçelerinden biri olarak Türkiye’nin haşhaş ekmesinde olduğu gibi. 

S-400 konusunda ABD odaklı çevrelerin birinci sorunu Türkiye’nin füze savunma sistemine sahip olmasıdır. Örneğin “öldük, bittik, mahvolduk” şeklinde manşet atan Yunan gazeteleri, Türkiye’nin savunma kabiliyetinin gelişmesinden rahatsız olduklarını, yani Türkiye’ye saldırı planları olduğunu itiraf etmektedirler. Türkiye’ye ait işgal edilmiş adalarda olduğu gibi 1947 Paris Sözleşmesiyle “gayr-i askeri hale ifrağ edilen” Yunan adalarının da davulla zurnayla silahlandırılarak Türkiye’ye karşı teyakkuz haline gelinmesi bunun delilidir. Ankara’nın sözleşmelere açıkça aykırı, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bu gelişmeleri protesto dahi edememesi de oldukça endişe verici. Benzer endişeler İsrail’e bağlı bir devlet kurmak üzere Fırat’ın doğusunun cephanelik haline getirilmesi için de sözkonusu. Demek ki bu silahlar Türkiye’ye karşı kullanılacaktı. Bu listeye bölgede hızla sayısı artan Ermeni birlikleri ile Doğu Akdeniz’de suların ısınması sürecini de katalım.

Doğudan, güneyden ve batıdan muhasara altına alınma süreci altındaki Türkiye’nin S-400 hamlesi büyük çatışmayı ihtimal dışı hale getirdi mi? Bu konuda iyimser olmak için henüz erken. Bu şartlar altında ekonomisiyle, üretimiyle, milli ve manevi değerleriyle bu ülkenin kendine dönmesi zorunludur. Maddi varlığına karşı emperyalist baskı ve saldırılar için olduğu gibi manevi değerlerine, toplumal ve aile düzenini hedef alan yıkıcı, oryantalist ve reformist tahribata karşı durması, iç dinamiklerini güçlendirmesi konusunda geç kalmaması gerekmektedir.