Prof Dr. Süreyya Ülker’in tek başına hazırladığı: 

     “Ülker Tıp Terimleri Sözlüğü” destanımsı bir çalışmanın ürünüdür. 

     Destan sayılması gereken, görkemli bir anıt gibidir. Alanında çok değerli, eşsiz bir yapıttır.

     93.000 Tıp teriminin Türkçe karşılıklarını içermektedir. Tıpla ilgili sözcükleri barındırmaktadır.

     Sanki Türkçenin göz alıcı Tıp Koru’sudur bu çalışma bize.

     Yabancı kelimeleri bir bir Türkçeyle ne güzel getirmiş dize.

     İşte bu dev eser sevindirdi bizi hem de delice.

     Bu çığırdan yürüyecek kimseler olur daha nice.

     Geleceğe bu ümitlerle bakarken; geleceği hazırlayacak dokundurmalara eğilelim biraz:

     İlaç kutularındaki içerik bildiren, kullanışı anlatan, yan etkileri belirten tarif-nameler; 

     Hemen hemen tamamiyle Lâtince kelimelerden oluşuyor. Anlayana aşk olsun.

     Bu kapalılıkla, bu anlaşılmazlıkla, acaba Tıpçılar kendilerinin kıymetini arttırmış mı oluyorlar?

     Yoksa bilinmezlik perdesi arkasına sığınarak, değerlerini ortaya koymuş mu bulunuyorlar?

     Sanki böyle yapmazlarsa, yüzlerine bakılmayacak.

     Sanki böyle yazmazlarsa, gözden düşecekler.

     Sanki böyle meçhûllük arzetmeseler, yüzlerine bakılmayacak mı sanıyorlar?

     Böyle düşünmeseler bile, bu durum bizleri öyle düşünmeğe sevkediyor.

     Oysa bu görüntü çok yanlış! Çok yersiz! Hiç bunlara lüzum yok.

     Doktor, hekim, tabib ne dersek diyelim onlar; 

     Her zaman en değerli, en lüzumlu, en önemli kişiler olagelmiştir.

     Öyleyse bu yersiz meçhullük / bilinmezlik perdesini aradan çekip çıkaralım.

     İlaç kutularının içindeki tarif-namelerin, 

     Açık seçik Türkçe olması lâzım geldiğini açıkça kabul edelim. 

     Çünkü bunları okumakla ne doktor olunur ne de eczacı.

     Öyleyse niye bu yabancı kelimelerin arkasına sığınma saplantısı içindeyiz.

     Niçin Lâtince kelimelerin ardına saklanma ihtiyacı duyuyoruz?

     Anlaşılmaz kelimelere sarılmak bir gereksinim mi acaba? 

     Oysa ilaç kutularının üstündeki yazılar ve içindeki açıklayıcı cümlelerle; 

     Ne doktorluk elden gider, ne eczacılık mesleği.

     Ama Türkçe’de bulunmayan kelimelerle tarif-nameleri doldurmak, 

     Güzel Türkçemizin kan kaybına sebep oluyor.

     Her geçen gün, dirilik ve zindeliğin zayıflamasına yol açıyor.

     Bizleri birbirimize bağlayan bağlar gevşiyor, inceliyor!

     Bu gidişle, zamanla kopacak hâle gelmeleri bile, mümkün ve olası.

     Üstelik milleti millet olmaktan çıkarır, birbirine yabancı yığınlar hâline getirir.

     Bu biraz da, Tıbbın kaynağı olarak, sırf Batı’nın bilinmesi yanlışlığından ileri gelmekte.

     Oysa, Avrupa Ortaçağ karanlığında bunalıp dururken ve bu zincirleri kırmağa çalışırken; 

     Hemen yanı başında Endülüs Emevî Devleti’nde ve bunların devamı İslâm devletlerinde Tıb; 

     En makbul bir ilim olarak zirvedeydi.

     Avrupalı gençler tahsil için Endülüs’e / İspanya’ya koşuyor. 

     Hattâ ortaçağ papazları gençlik elden gidiyor diye dövünüyorlardı. 

     Çünkü Avrupalı gençler, ilim için Müslüman Endülüs’e koşuyor. 

     Arapça öğreniyor. Papazları çileden çıkarıyorlardı.

     Yani demek istiyorum ki, Tıbbın temelinde sırf Batı yok. Sadece Lâtince var değil.

     Eski Yunanda canlanan Tıp ilmini, Müslüman Tıp âlimleri yanlışlıklarından ayıklayarak, 

     Doğru temele oturttular. Tıbba, doğru akış verdiler. Doğal sürecini başlattılar. 

     Haçlı seferlerinin doğurduğu ilişkiler, Sicilya ve Endülüs kanalı 

     Ve hattâ Osmanlı ülkesinden öğrendikleriyle, Tıp ilmi Batı’da filizlenmeğe başladı. 

     Ve kaldığı yerden Batılılar Tıp ilmine katkılarda bulundular. Gelişmesini sağladılar.

     Öyleyse yersiz aşağılık komplekslerden sıyrılalım. Her ilim gibi Tıp da, 

     İnsanlığın müşterek malıdır. Kimsenin inhisar ve tekelinde değildir. 

     Elbette güzel Türkçemizin her şeyi ifade imkân  ve yeteneği vardır. 

     Türkçeyi ihmal etmeyelim. İkinci plâna itmeyelim. Türetmeye elverişli olduğunu bilelim. 

     Yabancı kelimelerin sayısını; hiç olmazsa en aşağı seviyeye indirelim.

     Bunun mümkün olacağına inananların son ve en büyük halkasını 

     Sn. Prof. Dr. Süreyya Ülker hocamız gerçekleştirmiştir. Öyle bir çığır açmıştır ki, 

     Arkadan geleceklerin, onu izleyeceklerin sayısı hep artacak, inanın hiç eksilmeyecektir.

     “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce Sn. Süreyya Ülker hocamız; 

     Kendisinden sonra yapılacakların da yapıcısı sayılır. Ne mutlu ona. 

     Ve ne mutlu bu millete ki, böyle çalışkan kişileri, arasından çıkarmasını bilmiştir.

     Öyleyse Sn. Süreyya Ülker hocamıza en yerinde teşekkür şu olmalı:

     Tıp mensupları ister akademik personel, ister öğrenci olsun eserine sahip çıkmalılar. 

     Tıbbın baş ucu eseri olmaya lâyık bu yapıtı almalı va aldırmalıdırlar.

     Tabii ki, Türkçe âşığı kimselerin de esere bigâne / lâkayt 

     Ve kayıtsız kalmamaları içten temennimizdir.

     Unutmayalım ki “Mârifet, iltifata tâbidir. İltifatsız meta’ zâyidir.”

     Hocamızın daha da verimli olması; bilelim ki, bizlerin elindedir. 

     Bizlerin ona sâhip çıkmasına bağlıdır. 

     Bizlerin ona sâhip çıktığımızı bu şekilde göstermekle kabildir. 

     Akan bir çağlayanı akmaz kılacak davranışlardan kaçınmak da 

     Üstümüze düşen hayatî / yaşamsal bir vazîfe ve görevdir.