TEVÂGUŞ’LAR, OLAÇIKAGELENLER!...

Abone Ol
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin (K.S.) ebediyyete ve tasarruf-u hakîkî’ye geçmesinden sonra, kimi “olaçıkagelmiş’ler”, kimi tevâguş’lar ortaya çıkmaya cür’et etmişlerdi. 
İmam-ı Rabbânî Evladı’nın unutulmaz Ağabey’i, Müdebbir, fevkalâde Müteşerrî, hiçbir suretle ta’viz vermeyen, “Beyağabey”, cennetmekân, Kemal Kacar Ağabeyimiz, kendilerine gerekli cevapları vermiş, alevlenme isti’dadı gösteren fitneyi ve bid’atı anında söndürmüştü. 
Daha sonraki yıllarda, tek-tük bile olsalar, meydana çıkan “Tevâguş”lara da, aynı zecrî tedbirlerle mani olmuştu. 
Tasavvuf’ta meşhûr söz, “Mürid Şeyh’in elinde, gassal’in elindeki meyyet gibi olmalıdır” denilir. Bu sebeple mürid’ler arasında, Şer’i Şerife uymayan, sözler ve davranışlar, bid’atlar, yaygın olsa bile, hiçbir kimse bu Şer’i Şerif’e aykırı fiil ve davranışlarla, sünnete aykırı bid’atları tashih cesâreti gösteremediği için, bir zaman sonra, Şer’i Şerif’e uygun, Sünnet-i Seniyye’ye uygun, Turuk-u Âliye’ler’den nîce tarikat’ler, birer dâlâlet sebebi, nefis terbiye’sinin en önemli silahlarından olan bu yol, nefsi azdırma yollarından biri haline gelebiliyor. 
1970’li, 1980’li yıllarda, İmam-ı Rabbânî Evladı arasında çıkan, kimi tevâguş’lar “ağabey’ler”, memleketimizin muhtelif yerlerinde, bilhassa, Orta Anadolu ve Ege’nin ba’zı bölgelerinde, şer’i Şerif’e, Ehl-i Sünnet Akîdesi’ne, sünnete ve Nakşibendiyye’nin esaslarına uymayan konuşmalar yapmışlardı. 
Bu sohbet’ler karşısında, “ağabey’lerin bir bildiği vardır, hem sonra bu sohbetler, şer’i Şerif’e, Ehl-i Sünnet Akidesine ve Yolumuzun esaslarına uygun olmasaydı, elbette diğer ağabeylerimiz bunlara müdahale ederlerdi,” düşüncesiyle çoğunluk sessiz kalmıştı. 
Biraz da, “Mürid Gassâl’in Elindeki Meyyit gibidir” deyişinin te’siriyle “ne olur, ne olmaz,” diye içlerinde i’tiraz fırtınaları koptuğu halde sükût ediyorlardı. 
1950’li yılların sonlarında, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in himmetiyle, müftülük imtihanını kazanmış, memleketimizin çeşitli ilçe’lerinde müftülük yapmıştı. Ben kendilerini, 1966 yılının ilkbahar aylarında, vazifeli olarak gittiğim, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz Bölgesi ziyâret’lerim sırasında tanımıştım. Kendileri bu tarih’lerde, Merzifon Müftüsü olarak vazife yapıyorlardı. Kendilerini ziyâret ettim, uzun bir görüşme yaptım. Belli ki, ilmî dirayetiyle değil de, Mahz-ı Himmet’le, duvar usta’larının bile müftülük imtihanı kazandığı imtihanlar’da müftülük imtihanını kazanmış, müftülük yapıyordu. Bir başkası, Kayseri’nin ilçe’lerinden birisindendi. Yine himmetle vâiz’lik imtihanını kazanmış, kendi memleketi olan kaza’nın vâiz’liğini yapıyordu. İşte bu ağabey’ler, muhtelif mahaldeki sohbetlerinde, “Efendi Hazret’leri mehdi idi, kendisinden sonra gelen falanca Ağabeyimiz de Hazret-i İsâ’dır,” gibi, Şer’i Şerif’e, Hadis-i Resûle, Tarikat-i Nakşibendiyye’ye uymayan sohbetlerde bulunmuşlar, kendilerini Cem-i Gafîr halinde dinleyenlerden hiçbirisini kendilerine herhangi bir i’tiraz’da bulunmamışlar... 
İmam-ı Rabbânî Evladı’ndan diğer ba’zıları ise, bu sohbetlere şiddetle karşı çıkmışlar, yer yer, toplantılar tertip edip aralarında konuşmuşlar. Ankara’da, çok geniş katılımlı bir toplantı tertip etmişler, gazete’nin işleri ve devlet ricâli ile olan ba’zı temaslar için ben de Ankara’da bulunuyordum. Ankara’da bir müddet, gazetelerimizin Ankara bürosunda çalışmış, bu toplantıyı tertip edenler’den birisi olan zât’ın ısrarı üzerine bir müddet toplantıya katıldım. Anlatılanlar, söylenenler, ifadeler ürkütücü idi. Naklettikleri sözlerin Şer’i Şerif’le, Sünneti Seniyye ile Nakşibendiyye ile Müceddid’in Tecdid yoluyla uzaktan-yakından bir alakası yoktu. Kürsü’ye her çıkan zehir-zemberek ifadeler kullanıyordu. Aralarında, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in Rahle-i Tedrisinde bulunmuş, kendilerinde tekâmül okumuş, feyiz almış ağabeyler de vardı. Beni de bir konuşma yapmak üzere da’vet ettiler. “Burada söylenenleri dehşet ve hayret içerisinde dinlediğimi, buralarda kendi aranızda konuşacağınıza, asıl iletilmesi gereken yerlere niçin iletmiyorsunuz?” diye sorduğumda, “Biz, bir türlü Büyüğümüzle, Ağabeyimizle görüşemiyoruz, görüşenler de maalesef, bu hataları herhalde kendilerine doğru-dürüst aktarmıyorlar.” diye cevap verdiler. Kendilerine, “Aranızda, kaç kişi ve kimler, Büyüğümüzle, Beyağabeyimizle görüşmek istiyorsa, bendeniz bu akşam İstanbul’a dönüyorum. Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, eğer İstanbul’da ise, en geç yarın öğle saatlerinde, kim istiyorsa kendisiyle görüştürürüm, söz veriyorum.” dedim. 
Baktım, kalabalık ihvan arasında Büyüğümüzle, Beyağabeyimizle görüşmek için pek hevesli görmedim. Bunun üzerine, “Burada ifade edilenler, vaktinde, Beyağabeyimize intikal ettirilseydi, hiç şüpheniz olmasın, derhal müdahale eder, tedbirleri alırdı. Mâ’lumdur ki, Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in Rahle-i Tedrisinde, zâhirî ve bâtınî ilimleri hakkıyla tahsil etmiş, burada bulunanlardan, hepimizden daha müteşerrî (Şer’i Şerife bağlı, aslâ ta’viz vermeyen) birisidir. Hazreti İsâ aleyhisselâm’ın mu’cize olarak babasız doğduğunu hepimizden iyi bilir. Kendilerinin babaları, şeceresi Kacarlar Hanedanı’na dayanan, Eskişehir’li, Halil Kacar, vâlideleri Zehra Hanım. Burada bulunanlar’dan ba’zılarımız, babalarının, ba’zılarımız merhûme vâlidelerinin cenazelerinde hazır bulunmuşuzdur. Kendisine izâfe edilen böylesine bir dalâleti aslâ kabul etmez, hepimizden, evet burada bulunan herkes’ten ziyâde kendileri karşı çıkarlar,” dedim. 
Orada bulunanlardan hiçbir kimse Büyüğümüz, Beyağabeyimizle görüşme talebinde bulunmadı. İstanbul’a döndüm, günlük rutin işlerimizle, hergünkü hay huyumuzla meşgul olduğumuz bir gün, santralden, Mehmet Öncü, “Hocam! Hüseyin Kumaş Hocamız arıyorlar, görüşmek ister misiniz? Telefonunuzu bağlayım mı?” dedi. 
Ne diyorsun Mehmed! Hemen bağla... 
Karşımda, telefonun öbür ucunda, Hüseyin Kumaş Hocamız, lütfeder, lâyık olmadığım halde, nezâket gösterir, “Hocam!” diye hitap ederdi. “Hocam! Büyüğümüzün, Beyağabeyimizin emriyle telefon ediyorum,” “Uşaklı E..... Efendi ile, Bünyanlı N...... Efendi’nin kurslarda-yurt’larda, bundan böyle sohbet etmeleri yasaklanmıştır, durumu Beyağabeyimizin ta’limatları size bildiriyorum.” dedi. Hüseyin Kumaş Hocamız, bu tarihlerde, Merhum, Beyağabeyimize niyâbet ediyorlardı. Bir an için şaşırmıştım, fakat kendimi toparladım, Ankara’da, muhalifler toplantısında yaptığım konuşma ve bu toplantı bütün detayları ile Merhûm Beyağabeyimize intikâl ettirilmiş, Beyağabeyimiz derhal tedbirini almış, alakalı kişileri sohbetten men’etmiş, Hüseyin Kumaş Hocamızın sonradan bana söylediğine göre, muhâlifler toplantısında benim yaptığım konuşmayı takdirle karşılamış, gıyâbımda du’a’da bulunmuş. Bu memnuniyyetinin izharı olarak, Hüseyin Kumaş Hocamıza ta’limat vermiş, telefon ettirmiş... 
Ehemmiyyetine binâen, mevzu’a devam edeceğim, ancak sık tekrarlanan şu “Mürid, Mürşidin Elinde, Gassâl’in Elindeki Meyyit Gibidir,” sözüne bir açıklık getirmek istiyorum. 
Bu söz elbette mutlâk itaatı, kesin teslimiyeti ifade eder. Bu, Seyr-i Sülûk’ün an şartıdır. Nefis terbiyesinde, Ruh-i Melekî’nin yükseltilmesinde, tah’t, makam ve mevki sahiplerinin bile hiç tereddüt etmeden terk etmeleri, ağır imtihanlara tâbi tutulmaları, ne söylenirse yutkunmadan kabul etmeleri, i’tiraz etmemeleri bunun içindir. Türk Tasavvuf Tarihinde, anlı-şanlı, kerli-ferli kadı’ların Pazar’da ciğer satmaları bu sözün gereğidir. Fakat, mutlak itaat, kesin teslimiyet, ma’nevî sahada’dır, mâverâ ile alakalıdır. 
Yoksa, ma’kûl ve mahsûs’te akla ve hislere dayanan hususlarda mutlâk itaat ve kesin teslimiyet olmaz. Ateş yakar, keskin demir keser, su mecrasında akar, maddî sahada, mutlâk itaat ve kesin teslimiyet olmaz. 
Allah’ın Resûlü, vahiy ile müeyyed olduğu halde, “Sizin dünyanıza ait hususlarda, ben sizlerden daha iyi biliyor değilim,” buyurmuştur. 
Mürşid ve müceddid’lerin işi, zâten dünya ile alakalı değildir. Mürid’lerin, dünya ile alâkalı işleriyle gerçek mürşid ve müceddid’leri meşgul etmeleri de zâten doğru değildir...