Küresel güç olarak tanımladığımız devletlerden biri, hiç de inandırıcı olmayan gerekçelerle bağımsız bir devleti işgal edebiliyorsa, masum insanları katlededip ülkenin zenginliklerini yağmalayabiliyorsa ve insanlık, insan haklarını, uluslararası hukuku hiçe sayan bu zorbalıklar karşısında suskun kalabiliyorsa, yarınlara güvenle bakma şansımız kalmamış demektir.

Devlet Başkanı ile Savunma Bakanlığı arasında egemenlik mücadelesi yaşayan  ABD’nin, Suriye’deki askeri varlığını Afganistan ve İran’a yönelttiğini, Hürmüz Boğazı kıyısında, Yeni İpek Yolu önünde “Çin Seddi” oluşturacak bir Belucistan kurma hazırlığında olduğunu, Trump’ın Kongre’ye gönderdiği 4.7 trilyon dolarlık 2020 bütçesi teklifinde en büyük payın (750 milyar dolar) Savunma Bakanlığı’na ayrıldığını, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) raporlarında Ortadoğu ülkelerinin ürkütücü bir şekilde silahlanmakta olduğunu, Afrika’da ürkütücü hareketlenmeler yaşandığını, dünyanın en büyük petrol rezervine sahip Venezuela’nın günlerdir karanlıkta olduğunu, Çin’e petrol konusunda garanti veren Veliaht Prens Muhammed bir Selman’ın, “Avrupa Ordusu’nda ben de varım” çıkışını peşpeşe okuduğunuzda tüyleriniz ürperiyor ve ister istemez, “Bu neyin hazırlığı?” diyorsunuz..  

M. KEMAL SALLI

Son zamanlarda daha çok sınırlarımız dışındaki gelişmelere odaklanmamızı eleştiren, “ABD’nin derdi bizi mi gerdi?” diyenlere küçük bir not: küresel aktör dediğimiz güçler vekalet savaşları üzerinden savaşmayı tercih ediyorlarsa ve çeşitli argümanlar kullanarak uyguladıkları operasyonlar tüm dünyanın geleceğini etkileyebilecek sonuçlar üretiyorsa, mavi gezegenimizin boyutları artık çok küçülmüş, iç haber-dış haber ayırımı anlamını yitirmiş demektir. 

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında tek kutuplu hale gelen dünyamızda, “küresel lider” olan ABD’nin başkentinde, Pentagon ile Beyaz Saray arasında bir iktidar mücadelesi yaşanıyorsa, ve bu mücadelenin tarafları, ülkeleri kendi tarafında yer almaya zorlarken insan haklarını, uluslar arası hukuku pervasızca çiğneyebiliyorlarsa, dünya tarihinde yeni bir dönemin sayfaları yazılıyor demektir. 

Küresel güç olarak tanımladığımız devletlerden biri, hiç de inandırıcı olmayan gerekçelerle bağımsız bir devleti işgal edebiliyorsa, masum insanları katlededip ülkenin zenginliklerini yağmalayabiliyorsa ve insanlık, insan haklarını, uluslararası hukuku hiçe sayan bu zorbalıklar karşısında suskun kalabiliyorsa, yarınlara güvenle bakma şansımız kalmamış demektir.

Bu karamsar girişten de anlaşılacağı gibi, bundan böyle küresel barışı korumak oldukça zorlaşmış demektir. 

Baş döndürücü teknolojik gelişmeler sayesinde, yarınlarla aramızdaki duvarların giderek şeffaflaştığı bir süreci yaşamaktayız. Dünyamızın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olay, hepimizi ilgilendiren sonuçlar doğurabiliyorsa, gazetecilerin çalışma alanı çok genişlemiş ve çeşitlenmiş demektir. 

Günümüzdeki gelişmelere geniş bir açıdan baktığınızda, dünyanın çeşitli köşelerinden gazete sayfalarına yansıyan ve birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen haberlerin kuyruklarının birbirine dolandığını görüyor ve küresel barış adına kaygılanıyorsunuz.  

Gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yer alan haberlerin arka planlarında umut değil, kaygı uyandıran ayrıntılar var. Bakıyorsunuz, sayfanın orta yerinde, Cemal Kaşıkçı’nın cesedinin yakıldığı fırını konu edinmiş fotoğraflı bir haber, diplomasi tarihinin en korkunç cinayeti olarak genişçe bir şekilde yerini almış. Tüyleriniz ürpererek ayrıntılarına göz atıyorsunuz. 

Katar merkezli El Cezire Televizyonu’nunda yayınlanan belgesele dayanan haberde,  Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda katledilen Cemal Kaşıkçı’nın cesedinin, parçalanarak, eski Başkonsolos Uteybi’nin konutunda inşa edilen tandırda nasıl yakıldığı anlatılıyor. 

Aynı haberin çerçeve içine alınan “ABD Kongresi’nde Kaşıkçı soruşturması” başlıklı bölümünde de, konu çok başka ufuklara uzanıyor. Kaşıkçı cinayeti, görevden alınma çalışmaları kapsamında Trump’la ilişkilendiriliyor. Associaeted Press (AP) haberine göre, Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçiren Demokrat Parti üyeleri, Trump yönetimini Kaşıkçı cinayeti üzerinden köşeye sıkıştırmayı hedefliyor. 

Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Eliot Angel, ABD-Suudi Arabistan ilişkileri ve Kaşıkçı cinayetine gösterilen tepki konularında inceleme başlatacaklarını söylemiş. 

Temsilciler Meclisi’nin Demokrat kanadı, Trump’ı, Kaşıkçı cinayeti de dahil olmak üzere, birçok konuda sıkıştırarak, “Mueller sonrası” için hazırlık yapıyor. Yani, Kongre’nin Demokrat üyeleri, Trump’ı “yolcu etmek” amacıyla kaynatılan kazanın altına büyük bir heyecanla odun taşıyorlar. 

1980’li yıllarda, Trump’ın New York’ta 150 katlı gökdelen yapmasına karşı çıkan ve projenin revize edilmesini başaran ve o günlerden bu yana Trump’la çeşitli alanlarda sürtüşme yaşayan Demokrat Jerry Nadler, Temsilciler Meclisi’nde, görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle, Trump aleyhinde soruşturma açılması için elinden geleni yapıyor.

Daha açık bir anlatımla Demokratlar, ABD Adalet Bakanlığı tarafından Trump’ın seçim kampanyasının Rusya bağlantılarını soruşturmakla görevlendirdiği Özel Yetkili Savcı Mueller’i, hazırladığı raporu en yakın zamanda yargı önüne koymaya çağırıyor. 

Göreve geldiği günlerden beri Trump’la sürtüşme yaşayan Pentagon da, Trump-Nadler savaşında tarafsızmış gibi görünerek, Temsilciler Meclisi’nin Demokrat üyelerini dolaylı yollardan desteklemiş oluyor. 

Bütün bu olanlar, Pentagon ile Rothschild Ailesi arasında yaşanan savaşın Temsilciler Meclisi’ne yansımaları.. 

BAŞKA NELER VAR?

Dönelim gazetelerin iç sayfalarına sürgün edilen “önemsiz” haberlere.. Genel yayın yönetmenlerinin bakış açıları çerçevesinde ebatlanmış haberlerin çoğu, üretebileceği sonuçlar açısından, aslında manşetlerde değerlendirilmesi gereken haberler..  

Birbiriyle ilgisiz gibi görünen bunca kaygı uyandırıcı haberin aynı sayfalarda yanyana gelmiş olması, kaygılı bir bekleyiş yaşanmasına neden oluyor. 

ABD’nin, Yeni İpek Yolu konusunda ne kadar duyarlı olduğu biliniyor. ABD bütün gücünü kullanarak Çin’in bu projesini önlemeye çalışırken, Rothschildler’in planladığı Asya turunda Pekin’e uğrayan Suud Arabistan Veliaht Prensi Selman’ın, petrol konusunda Çin’e garanti vermesi, buna karşılık ülkesinde bir nükleer silah tesisi kurulmasını istemesi küresel barış konusunda duyulan kaygıların artmasına neden oldu. 

Aynı günlerde, Kuzey Kore Lideri Kim Joung-un ile uydu ve füze fırlatma istasyonlarının kısıtlanması konusunda görüşen Başkan Trump’ın eli boş dönmesi, medya tarafından, “Kim, Trump’a verdiği sözleri tutmadı” şeklinde değerlendiriliyordu.

ABD derin devleti Pentagon, Rothschild Ailesi’ni ve onların ABD yönetimine taşıdığı isimleri siyaset sahnesi dışına savurmaya çalışırken, Rothschildler, bir yanda Çin’in Yeni İpek Yolu projesine destek veriyor, diğer yandan da, Fransa Cumhurbaşkanı koltuğuna taşıdıkları Macron’un önderliğinde, nükleer gücü de olan bir Avrupa Ordusu kurmaya hazırlanıyorlar. Pentagon yörüngesine giren Soros’un sarı yelekliler ordusu da Paris sokaklarını ateşe veriyorlar. Avrupa Ordusu’nun öncüsü konumundaki Fransa’nın en önemli kaynaklarından biri olan Afrika kıtası, kuzeyinden Ümit Burnu’na kadar kaynıyor. 

PRENS SELMAN’DAN TEHLİKELİ ADIMLAR

Petrol devi ARAMCO’yu Pentagon şahinlerine kaptırmama konusunda ısrar eden Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Pakistan, Hindistan ve Çin’i kapsayan Asya turu ardından, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cubeyr’in çıktığı Avrupa gezisinde yaptığı temaslar, küresel barışın yarınları konusunda duyulan kaygıların daha da derinleşmesine neden oluyor. 

Adil el Cubeyr, nükleer bir güç olan Fransa ve Almanya öncülüğünde kurulmaya çalışılan Avrupa Ordusu konusunda, “Ben de varım” diyor. Rothschild Ailesi’nin, güçlü bir orduya sahip olabilme amacıyla, kurulmasına öncülük ettiği Avrupa Ordusu’nu Almanya’nın da, -dolaylı olarak da olsa- Çin’in de, Rusya’nın da, İngiltere’nin de desteklediği bilindiğine göre, önümüzde şekillenen küresel tablonun ne kadar “içaçıcı” (!) olduğu görülüyor. 

Bu arada, Avrupa Parlamentosu’nda üyelik müzakerelerinin bitirilmesi yönünde sesler yükseldiği bir dönemde, 15 Mart’ta Brüksel’de toplanacak olan Ortaklık Konseyi’ne ilişkin Avrupa Birliği Ortak Tutum Belgesi’nde, “AB, aday ülke ve birçok alanda önemli ortak olan Türkiye ile ilişkilere verdiği önemi bir kez daha teyit eder” deniliyor. Bu açıklamayı, “Türkiye’yi Avrupa Ordusu’na davet” şeklinde okuyanlar da var. 

DOĞU AKDENİZ, AFRİKA, KIZIL DENİZ… KAYNIYOR

Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon servetinde herkesin gözü var. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın bu servet konusundaki söz hakları, yaptıkları anlaşmalar nedeniyle giderek azalıyor. Çok karmaşık ilişkiler yaşayan ABD ile İsrail, Türkiye ile Rusya’yı safdışı bırakabilmek için, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz doğalgazını Girit-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya ulaştırmaya çalışıyorlar. “Barbaros”u Münhasır Ekonomik Bölgeye yönlendiren Türkiye, “Kıbrıs Türkleri’nin hakkını sonuna kadar savunurum” diyor. 

Devlet Başkanı ile Savunma Bakanlığı arasında egemenlik mücadelesi yaşayan  ABD’nin, Suriye’deki askeri varlığını Afganistan ve İran’a yönelttiğini, Hürmüz Boğazı kıyısında, Yeni İpek Yolu önünde “Çin Seddi” oluşturacak bir Belucistan kurma hazırlığında olduğunu, Trump’ın Kongre’ye gönderdiği 4.7 trilyon dolarlık 2020 bütçesi teklifinde en büyük payın (750 milyar dolar) Savunma Bakanlığı’na ayrıldığını, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) raporlarında Ortadoğu ülkelerinin ürkütücü bir şekilde silahlanmakta olduğunu, Afrika’da ürkütücü hareketlenmeler yaşandığını, dünyanın en büyük petrol rezervine sahip Venezuela’nın günlerdir karanlıkta olduğunu, Çin’e petrol konusunda garanti veren Veliaht Prens Muhammed bir Selman’ın, “Avrupa Ordusu’nda ben de varım” çıkışını peşpeşe okuduğunuzda tüyleriniz ürperiyor ve ister istemez, “Bu neyin hazırlığı?” diyorsunuz..