(Çok eski) bir şehir olan (Antakya’nın müşrik / şirk içinde yüzen, Allaha ortak koşan) halkına (Roma İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında yaşayanlara) elçiler (Peygamberler veya Hz. İsa’nın havarileri) gelmişti. Allah o topluluğa iki Resul / Elçi göndermişti. Onlar ikisini de yalanlamışlardı. “Yalancı!” dediler onlara. Bunun üzerine daha sonra (Allah) bir üçüncü Resulle, o Elçileri destekledi. Takviye etti. Onlara kuvvet verdi. Güçlendirdi. O elçilerin üçü de, tekrar halka varıp hep birden dediler: “Haberiniz olsun. Biz sizlere, doğru yolu göstermek için Allah tarafından gönderilmiş elçileriz.” Buna karşılık şehir (Antakya) ahalisi / halkı: “Siz de ancak bizim gibi beşer / insansınız. Doğrusu Rahman olan Allah bize hiçbir şey indirmiş değildir. İndirdiği bir şey yok. Evet evet siz sadece yalan söylüyorsunuz. Yalancısınız!” diye cevap verdiler.

Peygamberler / Elçiler dediler ki: “Elbette Rabbimiz biliyor ki, inanın biz size tebliğ / bildirme görevi ile gönderilmiş gerçek elçileriz.” “Bize düşen vazife / görev ancak apaçık size hakkı bildirmekten ibarettir. Yani hakkı tebliğdir. Ve bu açık tebliğden ötesi ise bizim üstümüze (vazife) değil...Tebliğden / bildirimden başka bir şeyle mükellef / yükümlü ve sorumlu değiliz biz.”

(Dikkat edecek olursak, elçiler, hitap edip konuştukları kimselerin hata, günah ve yanlışlarını yüzlerine vurmuyor. ‘Sizler ne biçim insanlarsınız?’ demiyor. ‘Yaptıklarınızdan utanın!’ diye onları azarlamıyor. Sadece davalarını anlatıyorlar. Sırf tebliğ yani bildirimle yetiniyorlar. Kısaca, tebliğde bulunuyor fakat tenkit etmiyorlar. Çünkü İslâm’da tebliğ asıldır. Tenkit doğru da olsa, doğruları söylemek doğru olmuyor. Nefse ağır geliyor. Çünkü ‘Kimse demez ayranım ekşi’. Öyleyse akla kapı açıp, kişinin ihtiyar ve isteğini serbest bırakmalı. Dinleyen isterse kabul eder isterse etmez. Bu sonuçları tabii / doğal karşılamak gerek. Evet İslâm tebliğdir tenkit değil.)

Ahali / şehir halkı elçilere: “Doğrusu biz sizin yüzünüzden kesinlikle uğursuzluğa düştük. Çünkü uğursuzsunuz siz. Yemin ederiz ki, eğer iddia ve savınızdan ve bu işten vazgeçmez / caymaz bu sözlere son vermezseniz...Andolsun ki sizi hiç tınmadan recmederiz / sizi taşa tutar. Sizi taşlayarak katleder / öldürürüz. Ve herhalde bizden size kesinkes pek acıklı can yakıcı, acı mı acı müthiş bir kötülük / bir azap dokunur. Bizden bir işkence görürsünüz” dediler.

Resuller / Elçiler cevap verdiler: “Eğer düşünseniz, uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Sizin uğursuzluğunuz kendinizden kaynaklanmaktadır. Çünkü siz imansız / inançsızsınız! Uğursuzluğunuz kötü işlerinizin neticesidir. Yoksa size tebliğ yapıldı, öğüt verildi diye mi uğursuzluğa uğradığınızı sanıyorsunuz? Doğrusu siz; isyanı, kural tanımazlığı, haddi / sınırı aşmayı, israfı âdet edinmiş bir toplumsunuz! Hatalar içinde yüzen, cahilce davranan toplumun tekisiniz siz!”

(Bu âyette tenkit var. Fakat bu tenkit, soyut olarak yapılıyor. Kişilere, falana filâna sen şöylesin, böylesin denmiyor. Ortaya konuşuluyor. Kimse bizzat rencîde edilmiyor. Kimse söylenenden alınmıyor. Kimse kırılmış olmuyor. Ancak hatasını bilen, isterse giderme yolunu seçiyor. İsterse hakkı kabul etme imkânını buluyor. İmana geliyor veya gelmiyor. Bu, kendi bileceği bir iş oluyor. Tercih / seçme kendisine bırakılıyor. Bu hususta baskı söz konusu olmuyor. Çünkü teklif var, ısrar yok. “Lâ ikrahe fi’d-dîn.” / “Dinde zorlama yok.” Zira bu, teklife zıt. İradeye ambargo koymak gibi bir şey.)

Derken o sırada şehrin öte başından, ta öte ucundan, uzak bir yerinden, şehrin ileri gelenlerinden güvenilir / emîn bir adam (Habib-i Neccar) koşarak geldi. Ve onlara: “Ey kavmim / ey hemşerilerim! N’olur dedi. Size gönderilen bu elçilere uyun. Tebliğlerini, diyeceklerini kabul edin.” dedi. “Doğru yolda olan ve hidayete ermiş bulunan, üstelik sizden hiç bir ecir / ücret de istemeyen, sizden en ufak bir menfaat ve çıkar beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” dedi.

(Gelen kişinin, fikrini beyan etmeden önce “Ey kavmim!” diye söze başlaması çok manidar / çok manalı. Hitaptan evvel arada hukukî bir köprü kuruyor. Onların, kendisini dışlamasını önleyecek, konuşmasını reddedecek imkânı berhava ediyor. “Ey kavmim!” demekle, “Ben sizden bir parçayım. Siz de benden. Aramızda artık hak-hukuk var. Öyleyse ben sizden biri olarak, size bir şeyler söyleyebilirim. Buna hakkım var.” demek istiyor.

(İkinci olarak; elçilerin, tebliğden ötürü, onlardan herhangi bir ücret / karşılık istemediği belirtiliyor. Bu işte en küçük bir çıkarları olmadığı hatırlatılıyor. Demek isteniyor ki; Hakka, doğruya, iyiye ve güzele çağırışta asla karşılık istenmemeli. Şayet verilirse bile reddetmeli. Aksi takdirde Hakk’a gölge düşer. Menfaat için ileri sürüldüğü, ortaya konulduğu sanılır. Yakut ve elmas hükmündeki hakikatler, cam derekesine düşmüş olur. Oysa bu hizmette her şey Allah için olmalı.)

“Hem bana ne oldu ki, beni yaratana niye iman edip ibadet etmeyeyim? Hem benim ne imtiyazım / ayrıcalığım var da, beni yaratanı ilâh tanımayıp, candan bir müslüman olarak bağlanmayıp, saygıyla kulluk ve ibadet etmeyeyim? Sonunda hepiniz döndürülüp, onun huzuruna götürülüp hesaba çekileceksiniz. Evet hem ne olmuş ki bana? Tapmayayım beni yaratana! Hem sizlerin de dönüşü olacak O’na!”

(Dikkat edersek, “Niçin Allaha iman edip ibadet etmiyorsunuz?” diye onları hesaba çekmiyor. Onları tenkit etmiyor. Onlara çıkışmıyor. Onları tehdit etmiyor. Onları kendi şahsında, tenkide tâbi tutuyor. ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!’ Kabîlinden, dolaylı bir yol tutuyor. Böylece karşısındakinin reddine imkân vermediği gibi, onu düşünmeğe de sevketmiş oluyor. Bir bakıma akla kapı açıyor, seçimi ona bırakıyor. “Lâ ikrahe fi’d-din.” / “Dinde zorlama yok.” âyetinin hikmetiyle hareket etmiş oluyor. Çünkü İslâm tekliftir, tehdit değil.)

“Ben hiç onu bırakıp, O’ndan başka, O’nun kulları durumundakilerden ilâhlar / tanrılar edinir miyim? Eğer o Rahman olan Allah bana bir zarar murat etse / keder vermek dilese, sizin ilâh edindikleriniz, o tanrıların şefaatinin, bana hiçbir yardımı dokunmaz. Hiçbir fayda vermez. Benden yana hiçbir şeye yaramaz. Bana gelecek zararı engelleyemez. Ve onlar beni Allahın azabından kurtaramazlar.

“Şüphesiz ben, işte o zaman, ancak o durumda, apaçık bir dalâlet / sapıklık ve şaşkınlık içindeyim, demektir. Üstelik bir yanılgıya düşmüş olurum. Haberiniz olsun ki, ben hepinizin Rabbi olan Allaha iman ettim. İnandım. Siz de gelin, bana kulak verin. Gelin dinleyin beni.”

(Gelen zât, karşısındakileri inanca çağırmadan önce, kendisinin Allaha iman ettiğini; O’nun var, bir ve tek olduğunu söylüyor. Sonra onları da inanmaya davet ediyor. Kendisini dinlemelerini istiyor. Ama sadece teklif ediyor. Herhangi bir baskıda bulunmuyor.

(Biliyor ki nefsini / kendini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez / düzeltemez. Çünkü insanın yapmadığını, başkasından istemeye hakkı olmasa gerek. Ancak insan, kendisi için istediğini, başkası için de isterse, doğru olur.)

Bütün çabalarına rağmen söz dinlemeyen kavmi tarafından şehit edilirken O’na. “Haydi gir Cennete! Buyur Cennete!” denildi. O ise, o anda bile, halkını hatırlayarak: “Keşke dedi, n’olurdu Rabbimin beni niçin mağfiret edip affettiğini, günahlarımı bağışlayıp bana ikramlarda bulunduğunu, beni ikramlara boğduğunu halkım da bir bilebilseydi!”

(Halkı tarafından şehit edildiği halde, onlara karşı kin ve nefret içinde olmuyor. Onlar için, kötü bir akıbet istemiyor. Bilakis kendisini öldürdükleri halde, onlar için hayıflanıyor / yazıklanıyor. Üzülüyor ve keşke iman hakikatini bilselerdi de, bu duruma düşmeseydiler diye üzülüyor. Çünkü biliyor ki, onlar, hakikaten gerçeği bilmiyorlar. Çünkü bile bile inkâr; şeytana mahsus bir şey. Böylesi çok azdır.

(Nitekim boşuna denmemiş: “İnsan mükerrem bir varlıktır. Fıtraten hakikati arar. Bu sırada, bazan dalâlete / sapıklığa hakikat sanarak sarılır!” Nitekim Hz. Peygamber, Taif’te kendisine eziyet edenler için: “Onlar bilmiyorlar!” demişti.)

O’nun vefatından / ölümünden sonra: Biz O’nun kavminin / halkının üzerine, gökten kurmaylar ve ordular indirmedik. Ve indirmek de lâyık olmadı. Zaten indirecek de değildik. Çünkü bu âdetimizden de değildi. (Ne ordusu? Orduya lüzum falan yok!) Onların cezaları, sadece, şiddetli bir tek korkunç gürleme / sayha / ses ile verildi. Ani bir darbe indirildi. Bu onlara yetti. Bir de bakmışsınız, derhal helâk oluverdiler. Hemen sönüp kalmışlar cansız. Velhasıl onlar sönmüş ateşe dönüverdiler. Böylece yeryüzünden silindiler. (Yâsîn: 13-29) Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, bir gün gelecek; insan pişman olduğuna da pişman olacak. Evet:

Bir gün gelecek pişman olan insan;

Pişman olduğuna da olur pişman.

(04. 04. 2005, Bar Hill - Cambridge - England)