TÜRK TARİHİNİN 40.000 YIL ÖNCE BAŞLADIĞINI İDDİA EDEN BİR MUHTEREM ZATA CEVABIM

Bir yazımda; Yakudistan’da yaşayan Yakut Türklerinin aslen Türk olduklarını ve fakat tıpkı  ‘Atilla’nın torunları’ diyebileceğimiz Macarlar, Türk diyarlarından önce İdil Boylarına sonra da günümüzdeki Bulgaristan topraklarına yerleşen, önce dillerini sonra da dinlerini değiştiren eski Bulgar Türkleri, sonraki Bulgarlar gibi Türklükle, Türk kültürüyle bir alakalarının kalmadığını belirtmiştim. Kendisine saygı duyduğum zat, yazıma, kırıcı sözlerle itiraz beyanında bulundu. Aşağıda kendilerine yazdığım e-mektubun metni vardır:  

Öncelikle; yazılarını gıpta ederek okuduğum, lütfettiği bilgilerden çok yararlandığım, benden daha engin ve derin kültüre sâhip olduğuna inandığım zat-ı âlinizin, yazıma gösterdiği ilgi ve açıklama göndermek suretiyle esirgemediği zahmetten fevkalade mütehassis olduğumu belirtmek isterim. 

Yakudistan’a gitme imkânın olmadı. Ancak, ne vesile ile orada bulunduklarını hatırlamadığım, Yakut Türklerinden kalabalıkça bir grup ile Mohaçkala’da görüştüm. Görüştüğüm kişilerin selâmı ile 3 kişilik bir grup da İstanbul’da ziyâretime geldi. Yakut Türkleri ile ilgili bilgilerim; bu temaslarım sonucunda ve (şâyet var ise, sizin yazdıklarınız dışında) okuduğum makalelerden oluşmuştur. Yanılıyor olabilirim. Fakat daha inandırıcı bilgilere ulaşıncaya kadar, Yakut Türkleri hakkındaki fikirlerim, aynı kalıp içerisinde kalacaktır.

Muhtemelen meşgul ve yorgun bir zaman diliminde kaleme aldığınız cevabî yazınızın, intibalarımın ve edinebildiğim bilgilerin tortusu olan fikirlerimi değiştirmeye yardımcı olamadığını üzülerek belirtirsem, beni bağışlayınız. Daha doğruya, daha güzele dâima açık bir insandaki bu sâbitliğin bir sebebi olmalı. 

Dünyanın neresinde bir Türk varsa Müslüman olsun-olmasın kardeşimdir. Yakutların Türk olduğundan da asla şüphem yoktur. Yakut Türklerinin; tıpkı Bulgar Türkleri gibi, tıpkı Macar Türkleri gibi, Türk kültüründen tamâmen uzaklaştıkları gerçeği, benim olduğu kadar sizin de yürek tellerinizi titretiyordur.  

İnsan düştüğünün farkında değilse, kalkmaya teşebbüs edemez. Yakut Türklerinin Slavlaştığını, Slav kültürünü benimsediklerini kabul etmezsek, onları kazanma, Türklüklerine dönme imkânını  bulamayız. 

Altay Türkleri ile bir araya geldiğimde, onların konuşmalarını anlayamadım. Fakat onlar benim konuştuklarımı anladıklarını ifâde ettiler. Memnun oldum. Aynı memnuniyeti Yakut Türkleriyle yaşayamadım. Bu durum onların değil bizim ayıbımızdır.  

Yakutça’nın en eski ve katıksız Türk dili olduğunu söylüyorsunuz. Yakut Türkleriyle bir araya geldiğimde, size ulaşabilseydim, tercümanlığınızdan faydalanmak şüphesiz kazançlı olurdu. Gelenek, görenek, halk kültürü konusundaki ortak yanlarımızın bulunmasına da şüpheniz katkılarınız olurdu. 

Yakutların dünya ile temasının çok az olduğunu söylüyorsunuz. Doğrudur. ‘Hiç yoktur’ da denilebilir. Rusya’nın ve Rusların Yakutlardan ayrı bir dünya olmadığını da belirtmek gerekir.  Kabul edilmesi gereken bir sosyolojik olaydır: Dünya ile temâsı olmayan topluluklar, kendilerinden güçlü olan, yönetici konumunda bulunan insanların kültürlerinden etkilenirler. Zaman içerisinde benzerlikler aynılaşmaya dönüşür. Yakudistan’da yaşanan budur. 

Azerbaycan’da, Özbekistan’da ve Kırım’da bile, Rus kültürünün izleri hemen görülürken, Yakutların Rus kültüründen etkilenmediklerini, hatta aynılaşmadıklarını söylemek ne kadar gerçekçidir? 

Okumakla şeref duyduğum yazınız, sizinle doğrudan ilgisi olmamakla birlikte;  bende iki ayrı çağrışıma yol açtı: 

Târihçi değilim. ‘Amatör târihçi’ veya ‘iyi bir târih okuyucusu-meraklısı’ sıfatlarının da uzağındayım. İnandığım târihçilerden edindiğim bilgilerle yetinmek mecburiyetindeyim. Bir de çok kısır olsa bile gözlemlerimden…

 Târihçilik dışındaki mesleklerden gelen meraklı bazı kimseler Türk târihinin başlangıcını kendilerine göre belirliyorlar. Böylece on binlerce yıl evvele dayanan târih başlangıçları ileri sürüyorlar. Bir Türk olarak bu bilgilerin doğru olmasından, gurur ve saadetin dışında bir duyguya ulaşmak asla söz konusu olamaz. 

Türk târihinin bu kadar eskiye dayanmasından gurur duyan iyi niyetli  kimseler de bu görüşleri benimsiyorlar. Benimsedikleri görüşleri çevrelerine ve dünyaya kabul ettirmeye çalışıyorlar. 

Ancak, uzman Türk târihçileri bu gibi yaklaşımları ciddiye almıyorlar. Dünya târihçileri arasında ise ileri sürülen iddiaların lâfı bile edilmiyor. Târih öncesi dönemlere ait bilgi birikimimiz kesin hükümler vermek için yeterli değil. Öyle olunca yorumlamaya başvuruluyor. Az  malzemeyle geniş yorumlar yapılınca da mesele târih konusu olmaktan çıkıyor, faraziyeye ve hattâ fanteziye kadar gidiyor. Türk târihi hakkında en az iki yüz yıldan beri yapılan araştırmalar, incelemeler, geniş çaplı gayretler sâyesinde varılan sonuçlar bir çırpıda ret ve inkâr ediliveriyor. Önemli olayların târihleri yüzlerce yıl geriye kaydırılıyor. Birbirinden uzak çeşitli bölgelerde kullanılmış runik yazılar tek bir yazı tipine irca edilerek hiyeroglifin bile Türklerin eseri olduğu gibi garip iddialar ortaya atılıyor. Böyle olunca da tabiatıyla işin ciddiyeti ortadan kalkıyor. 

Ciddiyetine inanılmayan bilgilerin doğruluğuna nasıl inanılabilir ki?

İkinci husus; Türk kültürünü İslamiyet’ten soyutlama gayretleridir. 

Türk kültürü, elbette İslamiyet’ten önce de vardı. Kültürün statik değil, dinamik bir yapıya sâhip olduğunu göz önünde bulundurursak, kadim Türk kültürünün aslî motiflerini koruyarak İslamiyet’ten etkilendiğini ve yeniden şekillendiğini kabul etmemiz gerekir.  İfâde buyurduğunuz gibi İslam kültürünün kökeninde de Ön-Türk kültürü vardır. O halde, sözünü ettiğim etkilenmeden rahatsızlık duymaya gerek yoktur. 

Kültürümüzün kökeninde İslam bulunduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenleri; önyargılarıyla baş başa bırakmak da, Türk-İslam kültürünü özümsemiş insanların tercihi olarak hoşgörü ile karşılanır.  

Târihimizi ve öz kültürümüzü inkâr etmemizi isteyenlerle mücâdele etmeyi müşterek çalışma zemini kabul edebilirsek… sanırım daha doğru hareket edilmiş olur. Birbirimizi sıfırlamaya çalışırsak, sonuçta bizden olmayanlar kârlı çıkarlar.  

Yüksek müsaadelerinizle son bir hususa temas etmek isterim: Dil, kültürümüzün aslî unsurudur. Dilimizi koruyamayanların, kültürümüzü koruma konusundaki samimiyetleri tartışmalı olur. Kültürümüzün savunucuları, düzgün ifâdelerle yazmak mecburiyetini hissetmelidirler. İmlâ kurallarına uyma imkânı bulamayanların,  yazmaya teşebbüs etmemeleri arzu edilir.   

Meşgul ve yorgun olmadığınız zamanlardaki titiz ilgilerinizin devamı dileğiyle saygılar sunarım efendim. 

Not: 90’a yaklaşan yaşı sebebiyle kendisini üzmek istemediğim için ismini açıklamayı doğru bulmadığım muhterem zatın, e-posta olarak şahsıma gönderdiği mektuba cevaptır. Mektubumun kendisine ulaştığını, cevap vermeye değer bulmadığını kendisiyle görüşen bir dostumdan öğrendim.                                                                                                 

ERMENİLERİN 20 HAZİRAN 1890 ERZURUM PATIRTISI

1853-1856 yıllarındaki Kırım Savaşı’nda, İngiltere ve Fransa; Rusya karşısındaki Osmanlı Devleti’ni desteklemişti. Osmanlı, müttefikleri ile birlikte savaşı kazanmış olmasına rağmen, en fazla zarara uğrayan devlet oldu. Büyük ölçüde güç kaybetti. Savaş sırasında aldığı borçları ödeyemez duruma düşünce ve ‘93 Harbi’ olarak anılan 1877-1878 Savaşı’nda Rusya’ya yenilince, 3 Mart 1878 târihinde Ayastefanos (Yeşilköy) Görüşmeleri başladı. Ermeniler, Türkiye’den toprak istediklerini ilk defa bu toplantı vesilesiyle dile getirdiler.  

Yeşilköy’e gelen Ermeni heyeti, gayrı resmî temaslarında; ‘Rus askerinin Doğu Anadolu’dan çekildikten sonra bölgede yaşayan Ermeniler için özerk bölge oluşturulması’ talebinde bulundu. Bu talepleriyle ilgili olarak sözleşmeye bir madde eklenmesi için talepte bulundular. İddialarına göre Kürtlerin ve Çerkezlerin varlığı, Ermenilerin mal ve can güvenliği için tehdit unsuru idi. Ruslar, Ermenilerin bölgede çoğunluğu teşkil etmedikleri gerçeğini ileri sürerek, talebin kabule şâyan olmadığını belirttiler. Red cevabına rağmen Ermeniler geri çekilmediler. Israrlı talepleri üzerine; Ayastefanos Antlaşması’na, bölgede Ermeniler lehine ‘ıslahat’ yapılmasına dair madde konuldu. Böylece dünya târihinde, ilk defa milletlerarası bir anlaşmada ‘Ermeni hakları’ konusu yer alıyordu. 

Ruslar ve İngilizler, Ermenilere ‘çok çalışmalarını’ tavsiye ettiler.  Bu tavsiyenin anlamı, ‘her türlü imkânı kullanarak varlığınızı dünya kamuoyuna duyurmalısınız’ idi. Öyle yaptılar: İlk ayaklanmayı, 20 Haziran 1890’da Erzurum’da çıkardılar. Temmuz ayında Kumkapı nümâyişi düzenlendi. Kısa bir zaman sonra da Birinci Sason İsyanı’nı başlattılar. İsyanlar, baskınlar devam etti. Kendi soydaşlarını öldürüp, ‘Türkler öldürdü’ şeklindeki yalanlarla dünyayı aldattılar. Türkleri intikam hareketlerine mecbur bırakacak kışkırtıcı cinâyetler işlediler, evleri ve ahırları, içerisindeki insan ve hayvanlarla birlikte yaktılar. Cihan Devleti’nin pâdişahına suikast düzenlediler. Suç işleyen Ermeniler, batılı ülkeler tarafından Osmanlı topraklarından kaçırıldı, kaçırılamayanlar için ağır baskılar yapılarak affedilmeleri sağlandı. 

Ermeni şenaatleri, yurt dışında kahpece cinâyetlerle devam etti.  15 Mart 1921’de Talat Paşa’yı Berlin’de, 6 Aralık 1921’de Sait Halim Paşa’yı Roma’da, 22 Temmuz 1922’de Cemal Paşa’yı Tiflis’te katlettiler. 

23 Ocak 1973 târihinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve Konsolosumuz Bahadır Demir’in cinâyeti ile başlayan diplomatlarımıza yönelik katil olayları 19 Kasım 1984 târihinde, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda görevli diplomatı Enver Ergun’un Viyana’da öldürülmesine kadar devam etti. 

Bu zaman diliminde; 41 diplomatımız şehit edildi, bir o kadar kişi yaralandı. Ayrıca; Türk diplomatlara ve teşkilat binalarına başarısızlıkla neticelenen 29 saldırı düzenlendi. 

15 Ağustos 1984’ten itibâren Ermeniler yerine PKK taşeron olarak kullanılmaya başlandı. 

Bu şartlar içerisinde Ermeniler iyice gemi azıya aldılar. Yaptıkları bütün kötülükler, batılı ülkeler tarafından destek ve himâye gördü. 

Evet! Ermeniler hep kışkırtıldılar ve kullanıldılar. Özellikle Rusya, Doğu Anadolu’da, Denizden Denize Büyük bir Ermeni devleti kurulacağı vaadi ile Ermenileri kullandı, kullanmaya devam ediyor. 

Biz Türkler, hiçbir devletten, hiçbir milletten âtıfet beklemek lüksüne sâhip değiliz. Önümüze çıkarılan ve çıkarılacak her engeli, kendi imkânlarımızla aşacak askerî, teknolojik, diplomatik, maddî ve mânevî güce sâhip olmaktan başka çâremiz yoktur. 

Ermenileri destekleyen yalnızca Türk milletinin en sâdık düşmanları İngilizler, Ruslar ve Fransızlardan ibâret değil. Rahmetli Rauf Denktaş’ın ‘Karen Fog Çocukları’ olarak andığı, Türk vatandaşı gibi aramızda yaşayan bâzı kişiler de Ermenilere, Türkleri yok etmeye azimli devletler kadar destek veriyorlar. 

Bir yazar, gazetedeki köşesinde: ‘Bir devlet kendi yurttaşlarını hem de savunmasızlarını, çoluk-çocuk, kadın-yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez-bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk, büyük bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?’ Diye soruyor. 

Bizim Karadenizlilerin, soruya soru ile karşılık verme alışkanlıkları vardır. Şöhreti Türkiye sınırlarını aşmış yazara, şu soru ile karşılık vermek mecburiyeti hâsıl olmuştur: ‘Ermeniler; iki ülke savaş hâlinde iken, vatandaşı olduğu ülke için değil, düşman ülke için çalışan, ondan aldığı silahla, bir milletin silahsız-savunmasız insanlarını, ana karnındaki ceninleri, 80 yaşındaki ihtiyar erkek ve kadınları… büyük bir bölümüyle, âdi cinâyetlerle, bilerek ve isteyerek öldürdüler. Bugün sen, bu durumu izah edecek kelime bulabiliyor musun?’

Eğer bu soruyu cevaplandıramazsa üzülmesin, yedek sorular var: 

*Ermenilerin, 1915 yılında yaşamakta oldukları bölgeden, savaş alanının dışında başka bir bölgeye nakledilmesini kaçınılmaz hâle getiren sebepleri biliyor musun? 

*1915 olaylarını irdelemeyi, neden nakil işlemlerinden başlatıyorsun? Öncesini, miyop olduğun için göremediğinden mi, târih okumadığın için gerçekleri ve gerekçeleri bilmediğinden mi? 

*Vatana ihânet suçunun cezâsı hangi ülkede idam değil? 1890 yılından 1984 yılına kadar 94 yıl boyunca Ermenilerin çıkarttığı isyanlar, işlediği cinâyetler ve Osmanlı pâdişahına düzenlenen başarısız suikast sebebiyle bir tek Ermeni’nin canı yakılmamıştır. Nakil sırasında, Ermenilerin can ve mal güvenliğinin korunmasında ihmali görülen Türk görevliler ise en ağır cezâlara çarptırılmışlardır. Bütün bu gerçekler göz ardı edilerek ‘Türkler, târihleriyle yüzleşmelidirler’ demek hak-hukuk ve adâletle bağdaşır mı? 

*   *   *

Her milletin târihi ile yüzleşme mecburiyeti mutlaka vardır. Ermenistan, Rusya, İngiltere, Almanya, İtalya ve Fransa da târihleriyle yüzleşmeyi kabul ediyorsa, Türkiye de kabul eder. 

Hodri meydan…   

Not: 1915 hâdiselerine ait hakikatlerin dünyaya duyurulmasında mühim çalışmaları olan, Türk tezini destekleyen değerli ilim adamı Prof. Norman Stone, 18 Haziran 2019 târihinde Budapeşte’de vefat etmiştir. Geride kalanlarına başsağlığı diliyorum.   

ANKARA ANTLAŞMASI; MUSUL, KERKÜK STATÜSÜ 

05 Haziran 1926

Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve komşuluk ilişkilerini düzenleyen Ankara Antlaşması, 05 Haziran 1926 târihinde, Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalandı.

Antlaşmanın 1. Maddesi ile Türk-lrak hududu, Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 târihinde kararlaştırdığı şekilde (Brüksel Sınır Çizgisi) kesinleşti. Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurulması hâlinde 1926 Ankara Antlaşması ile Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 târihli kararı ortadan kalkmış olacaktır. Böyle bir durumda eski statüye dönülerek Musul ve Kerkük petrol alanları dâhil olmak üzere Kuzey Irak bölgesi yeniden Türk toprağı olacaktır. Ankara Antlaşması’nın geçmişini irdeler isek;

-Türkiye Lozan'da, İngiltere'nin özerk veya bağımsız Kürdistan planlarını bozdu, ama Musul'u alamadı. Lozan Antlaşması'nın 3. maddesine göre Musul meselesinin 9 ay içinde iki devlet arasında uzlaşmayla çözülmesine, olmazsa Milletler Cemiyeti Konseyi'ne başvurulmasına karar verildi. Musul Meselesi, 19 Mayıs-5 Haziran 1924 târihleri arasında İstanbul (Haliç) Konferansı'nda görüşüldü.

24 Mayıs oturumunda İngiliz temsilci Sir Percy Cox, Lozan'daki iddialarını tekrarlamaktan öte, Hakkâri, Beytüşşebab, Çölemerik ve Revanduz'un da Irak'a bırakılmasını istedi. Türk temsilci Fethi Bey buna şiddetle karşı çıkınca konferans dağıldı. 6 Ağustos'ta İngiltere konuyu Milletler Cemiyeti'ne götürdü. 7 Ağustos'ta Nesturiler, Hakkâri Valisi'ni pusuya düşürüp esir alarak Nesturi ayaklanmasını başlattı. Ayaklanmaya İngiliz uçakları da destek verdi. Milletler Cemiyeti Konseyi, 30 Eylül 1924 târihli oturumunda 3 üyeli özel bir komisyon kurulmasına karar verdi. Londra'da, Türkiye'de ve Bağdat'ta incelemeler yapan komisyon, 16 Temmuz'da hazırladığı raporu Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği'ne sundu. 29 Ekim 1924'te Brüksel'de olağanüstü bir toplantı yapan Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye ile Irak arasında ‘Brüksel Sınırı’ denilen geçici bir sınır belirledi. Bu, Musul'u Irak'a bırakan bir sınırdı. 13 Şubat 1925'te Şeyh Sait İsyanı çıktı. Bu isyan Türkiye’nin, Türk-Kürt birlikteliği tezini zayıflattı. Sonuçta Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925'te Brüksel Hattı'nın kuzeyini Türkiye'ye, güneyini ise Irak'a bıraktı.

-Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra, 17 Aralık 1925'te SSCB ile bir dostluk ve tarafsızlık anlaşması yaparak tepkisini gösterdi.

-5 Haziran 1926'da Türkiye, Irak ve İngiltere arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Böylece bugünkü Türkiye- Irak sının çizildi.

                                                                                                                  

HATTAT SULTAN

Sultan İkinci Mahmud Han, şâirliğinin ve müzisyenliğinin yanı sıra hat sanatında da söz sâhibi idi. İlk yazı derslerin şehzâdeliği sırasında Keçecizâde Mehmed Vasfi Efendi’den aldı ve iki adet Kur’an-ı Kerim yazdı. Öğrenmeye, 1808 yılında tahta çıkmasından sonra da devam ederek çağının en büyük hattatı olan  Mustafa Râkım Efendi ile çalıştı ve zor bir yazı çeşidi olan Celi  stilinde ilerleyerek hocasına yaklaştı. Bu yüzden,  “Sultan Mahmud’un yazılarını O’nun adına Râkım Efendi yazıyor !”   Diye söylentiler çıktı.  Sultan İkinci Mahmud Han, yazılarını varak altınla koyu zeminlere mâlâkâri denilen teknikle kabartma olarak yazar ve eserlerini muhtelif âbidelere ve mekânlara astırırdı.  Celi stili yazı ile uğraşan Osmanlı pâdişahlarının en önemlisidir. Altmıştan fazla eseri günümüze intikal etmiştir.    

İkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i saâdete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı sultanlarının Resûllah (sav) Hazretleri’ne  olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesikasıdır. 

‘Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!  / Murâdım der-i ulyâya  hizmet, yâ Resûlallah! 

Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,  / Kabûlünle kıl ihsân u inâyet, yâ Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i'lâm  / Cenâbındandır ihsân u mürüvvet, yâ Resûlallah!  

Dahilek, elemân, sad el- emân, dergâhına düştüm,  / Terahhüm kıl, bana eyle şefâ'at yâ Resûlallah! 

Dü- âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adlî’yi,  / Senindir evvel ü âhırda devlet yâ Resûlallah!