Tarihten ve günümüzden Türk Dünyası esintileri-37

Abone Ol
TÜRKMEN ŞEHİDİMİZ / Doç. Dr. NECDET KOÇAK

Irak Türklerinin kıymetli ve aziz evladı Doç. Dr. NEJDET KOÇAK dönemin Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in emri ile 16 Ocak 1980 tarihinde idam edildi.

Kerkük şehrinde, 7 Nisan 1939 tarihinde doğmuştu. İlkokula Kerkük’te başladı. İlk günün okul dönüşü babası sordu: ‘Bu gün okulda ne yaptınız ?’  Küçük Nejdet cevap verdi:  ‘Bayrağımızı ve marşımızı öğrendim.’  Asıl bayrağını ve asıl marşını, ilk Türkçülük bilgisiyle birlikte o gün öğrendi. O bilgiler, sonraki yıllarda Türklük şuuruna ve Türklük aşkına dönüştü. O şuur ve aşk ile yetişti.  1958’de Üniversite tahsili için Ankara’ya geldiğinde Türklük ve Türk Dünyası hakkında bilinmesi gereken her şeyi en ince detayına kadar biliyordu. Ankara Türk Ocağı ve Üniversiteliler Kültür Kulübü çevrelerinde sağlam dostluklar kurdu. Anakara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin Makine Bölümü’nü bitirdikten sonra, Kerkük’te ve Irak’ın diğer bölgelerinde Türklere uygulanan mezâlimi biliyor olmasına rağmen, 1970’de, ‘Milletimin bana ihtiyacı var !’  Diyerek Irak’a döndü. Bağdat Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. Profesörlük tezi üniversite senatosunca kabul edilmesine rağmen, Arap şovenizminin siyâsî merkezi olan Baas Partisi’nden vize alamadı. Bu olayda, geleceği ile ilgili olarak hazırlanan meş’um plânın gizli olduğunu sezinlemiş olmalı. Buna rağmen tam bir tevekkül içerisinde hizmetlerine devam etti.  Bir müddet sonra, 22 Mart 1979’da Türkiye lehine casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklandı. Aleyhine hiçbir delil yoktu. Buna rağmen idam kararı verildi. Kanlı diktatör Saddam, af yetkisini kullanmadı. 16 Ocak 1980 gününün ilk saatlerinde, 10 ay aradan sonra eşiyle son görüşmesinde, sehpaya giderken, yetişmesine yardımcı olduğu gençlere şu mesajı gönderiyordu: ‘Hiçbir şey değişmesin. Doğru bildiğiniz yolda devam edin. Arkadaşlara söyleyin, korkmasınlar. Kimsenin adını vermedim. Ağaç budandıkça yeşerir ve gelişir. Dâvâmız, yerde kalmayacaktır.’  Karanlık geceyi aydınlığa dönüştürmek üzere nefes nefese gelen günün ilk ışıkları, darağacında sallanan bir bayrağın üzerine doğdu. Bir yiğit, milletini sevmiş olmanın bedelini ödemişti.
Aynı gün idam sehpasında şehitlik şerbetini için diğer Türkmen Liderleri: 1913 doğumlu Emekli Albay ve Türkmen Kardaşlık Ocağı Başkanı Abdullah Abdurrahman, 1928 doğumlu işadamı Âdil Şerif, 1928 doğumlu Orman Yüksek Mühendisi Rıza Demirci.

Gök Bayrağın Sancaktarı: İSA YUSUF ALPTEKİN’in
DOĞU TÜRKİSTAN için gurbetteki mücâdeleleri.


Vatan için Vatandan ayrılma kararı... HİCRET...

İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Dr. Mesut Sabri; Kızıl Ordu’ya karşı topraklarını koruma ve direnme kararı aldılarsa da yüz bin kişilik Kızıl Çin ordusuna karşı başarılı olamayacaklarını anladılar ve ‘hicret’ kararı aldılar. Urumçi'den yedi bin kişi ile başlayan göç kafilesinden ancak sekiz yüz elli kişi Himalayaların karlı, buzlu, boralı, tipili tepelerini ve derin uçurumlarını aşarak Keşmir'e ulaşabildi.
Doğu Türkistan dâvâsı artık gurbette dillendirilecek, hür dünyaya, özellikle İslâm âlemine anlatılacaktı. Bu hiç de kolay değildi. Hindistan, Suudi Arabistan, Mısır ziyaretleri bir sonuç vermedi. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ile yapılan görüşmeler gönüllere teselli oldu. T. C. Bakanlar kurulu 13 Mart 1952 tarihinde Doğu Türkistan Türklerinin iskânlı göçmen statüsünde Türkiye'ye yerleşmeleri kararını aldı. Kızıl zulümden kaçanların büyük çoğunluğu Türkiye'ye yerleştikten sonra İsa Yusuf Alptekin de ailesi ile birlikte Haziran 1954'te Türkiye'ye yerleşti. 1957 yılında da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edildi.
1952 yılında Türkiye'ye gelen Mehmet Emin Buğra'nın başlattığı Doğu Türkistan dâvâsı etrafındaki yayın faaliyetini artırarak devam ettirdi. Ulaşabildiği her gazete ve dergiye, sivil toplum kuruluşlarına bu dâvâyı anlattı, hayatının tek gayesi olan bu konu etrafında kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Verdiği konferanslarla düzenlediği açık hava toplantıları ile dikkaderi Doğu Türkistan üzerrine çekmeye çalıştı.
‘Doğu Türkistan'ın Sesi’ isimli dergiyi Türkçe, Arapça, İngilizce olmak üzere üç dilde yayımladı. Tanrı Dağları, Altay, Erk bu dâvâ için kurup yayın hayatına kattığı diğer dergilerdir. 1983'te Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi'ni, 1986'da Doğu Türkistan Vakfı'nı kurdu.
1960 yılında Yeni Delhi'de toplanan Asya-Afrika Konnferansı'na, 1962'de Bağdat'ta, 1964'te Somali'nin başşehri Mogadişu'da, 1965'te Mekke'de, 1978'de Karaçi'de toplanan İslam Konferansı'na katıldı. 1980'de Mekke'de düzenlenen Dünya İslâm Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçildi. Bütün bu konferanslarda Doğu Türkistan'ı temsil etti; dünya kamuoyuna Doğu Türkistan dâvâsını anlattı, Doğu Türkistan'ın istiklâli yönünde kararlar çıkmasına gayret etti.
1978 yılında geçirdiği kaza sonucu görme yetisini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Ömrünün sonuna doğru tamamen görmez oldu. Doğu Türkistan'ın istiklâl dâvâsına adanan bu ömür 17 Aralık 1995 gecesi sona erdi; İsa Yusuf Alptekin ebedî âleme intikal etti. İstanbul'da Topkapı Mezarlığı'na defnolundu.
Gök bayrak O’nsuz kaldı, ama o Doğu Türkistan dâvâsını yaşatanların kalbinde; ‘Gök bayrağın sancakları’ olarak yaşayacaktır.
İsa Yusuf Alptekin, bir ömür verdiği Doğu Türkistan'ın istiklâli dâvâsında çözümü daima siyaset zemininde aradı, diploıtik görüşmelerle sonuca ulaşmak istedi. Bu özelliği ile diğer Türkistanlı liderlerden ayrılır. Sonucun silâh ve şiddet yolu ile değil, aklıselimin hâkim olduğu, uzun vâdeli ve kesintisiz görüşmelerle alınabileceğine inandı. Dünyada boy veren demokratikleşme anlayışının da bu yolla hizmet edeceği kanaatini taşıdı. Bunun için de, bu dâvâya inanmış, kararlı, azimli, çalışkan, üretken, Türklüğün kültür zenginliğini kavramış, ekonomik gelişmişliği sağlamış, Türkistan sevdasına tutkun, Gök bayrağı yükseklerde taşıyacak nesiller yetiştirmeye çalıştı.
Yayınladığı gazeteler, dergiler, kurduğu dernekler dışında Doğu Türkistan için kaleme aldığı eserlerin başlıcaları şunlardır: *Doğu Türkistan Dâvâsı, *Unutulan Vatan Doğu Türkistan, *Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım Bekliyor, *Türkistan Şehitleri, *Demir Perde Arkasındaki Müslümanlar, *Esir Doğu Türkistan İçin, *Resimli Doğu Türkistan, *Büyük Doğu Türkistan Hakkında Muhtıra, *Doğu Türkistan'ın Hür Dünyaya Çağrısı, *Doğu Türkistan'ın Sesi,                               
(Prof. Dr. NECAT BİRİNCİ: İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi. Ocak 2013, Sayı: 12)

MAZLUM VE MAĞDUR TÜRKLER
OĞUZ ÇETİNOĞLU

15. ve 16. yüzyıllar ‘Türk asırları’ olarak anılır.
M.Ö. 220 yılında Hun İmparatorluğu ile başlayan ‘Cihan devleti kurma’ ideali, 15. Yüzyılda doruğa ulaştı. 16. yüzyılda devam etti. Bu sebeple Türkler, dünya coğrafyasının çok geniş bir kesiminde yaşamaktadırlar.
Sözü edilen asırlarda; Osmanlı Cihan Devleti, Çin’de Kubilay Han yönetimi, Babür İmparatorluğu, Kazan, Kırım, Karadağ, Astrahan, Sibir, Kasım ve Doğu Türkistan’da, Seidiye ve Hokand, Kazakistan’da Kazak, Özbekistan’da Hive, Buhara, Özbek hanlıkları, Altın Orda Hakanlığı, İran’da Afşar, Kacar ve Safevi hanedanlıkları, Mısır’da Kölemenler ve Hindistan’da Türk sultanlıklarının hükmettiği alanın yüzölçümü 50.000.000 Km2 idi.  Denizler hâriç, dünyanın yüzölçümü 150.000.000 Km2’dir. Demek ki dünyanın 3’te 1’i, bir tek milletin, Türklerin yönetimi altında idi.
Bu gerçek, Türklerin neden bu kadar geniş alana yayıldıklarının anlaşılabilir açıklamasıdır.
Bu arada, Ahıskalı Türkler gibi, sürgün yerlerinden eski yurtlarına dönme imkânını henüz bulamayan soydaşlarımızı da hatırlamamız gerekir. Bilindiği gibi günümüzde 500.000 civarında Ahıskalı Türk, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya Federasyonu’na bağlı muhtar cumhuriyetler, Türkiye, Almanya, Ukrayna, Gürcüstan, Litvanya ve  Kırım başta olmak üzere; 15 ayrı devletin 265 farklı şehrinde, 4.264 adet değişik yerleşim biriminde hayatta kalma mücâdelesi veriyorlar.
Rusya Federasyonu’nun 28 yerleşim biriminde 70.000, Kazakistan’ın 36 yerleşim biriminde 145.000, Azerbaycan’ın 14 şehrinde 106.000, Kırgızistan’da 57.000, Özbekistan’da 30.000, Ukrayna’da 18.000, Türkiye’nin 45 vilayetinde dağınık vaziyette 60.000 Ahıskalı Türk yaşamaktadır.   
Kendi istekleriyle göç edenlerin dışında kalan Ahıskalı Türklerin, bu kadar geniş coğrafyada yaşamaya mecbur edilmelerinin sebebi, kalabalık kütleler içerisinde azınlıkta kalmalarını sağlayıp asimile olmalarına zemin hazırlamaktır.
Doğu Türkistan’daki Türkler de öz yurtlarında Çin zulmü altında asimile edilmeye çalışılmaktadır.
Asimile edilmek istenen bir başka grup Türk, Balkanlarda hayatta kalma mücâdelesi veriyor.
Balkanlar… Veya söylerken gönül tellerimizi titreten, gözlerimizi nemlendiren adı ile Rumeli…
Rumeli’yi öylesine yürekten sevdik ki; oralarda yaşarken de, oraları terk etmek mecburiyetinde kaldıktan sonra da unutamadık. Şiirlerde, hikâyelerde, romanlarda, efsâne ve destanlarda Rumeli’yi andık. Şarkı, türkü ve manilerde hep Rumeli’yi terennüm ettik. Minyatürlerde, sulu ve yağlıboya tablolarda Rumeli’yi anlattık.  Rumeli üzerine zengin bir külliyat oluşturduk.
Balkanlardaki soydaşlarımızın, dindaşlarımızın Türklük ve Müslümanlıkla bağlarının diri tutulması için bunlar gereklidir fakat yeterli değildir. Onların bize gelmelerini bekleyemeyiz. Bizim onlara gitmemiz lâzımdır. Gidildiğinde de Hıristiyan batının değil, kendi medeniyetimizin izlerini tâkip etmeliyiz.
Türklük ve Müslümanlık Balkanlarda aynı kavramı ifâde eder. Müslümanlığı kabul etmiş insan için; ‘Türk oldu’ denilir. Babalar, dedeler, anneler ve büyükanneler, babaanneler çocuklarına ve torunlarına, fırsat buldukça, ‘Türklüğün beş şartı’nın birincisi’ olarak ‘Kelime-i şahadet’i öğretirler.
İlgimiz, temasımız zayıflarsa, bu güzellikler yok olabilir.
* Türkiye’de birçok kişi, sınırlarımız dışındaki Türklerin Türklükle ilgilerinin kalmadığını düşünmektedir. Onlar büyük bir yanılgı içerisindedirler.
Birkaç örnek vereyim:
Kerkük Türkleri, ay-yıldızlı bayrağımızı özledikçe Bağdat’a; Türkiye Büyükelçiliği binasında dalgalanan bayrağımızı uzaktan da olsa seyretmeye gitmekte, dönüşünde hâne halkına, heyecanla ve gözyaşı dökerek duygularını anlatmaktadırlar.
Türkiye’de Adnan Ötüken ile birlikte kütüphâneciliğin kurucusu olarak tanıdığımız rahmetli Müjgân Cumbur  hanımefendi Afganistan’a gittiğinde, Afgan Türkmenlerinden bir gurup, O’nun kalmakta olduğu misâfirhânenin çevresinde geceleri nöbet tutmuş, gürültü edilmemesi için tedbir almış ve  sabah olduğunda, evinden getirdiği; tâze süt, yumurta, kaymak ve çörekleri ikram etmek için çekingen hareketlerle eve yaklaşmışlardır.
400.000’lik nüfusunun % 70’i Türk olan Tuva Muhtar Cumhuriyeti’nin Türk Meclis Başkanı, Türkiye’den ülkesine turist olarak gelen Türklere soruyor: ‘Tuva’da yaşayan 280.000 Tuva Türkü’nün tamamı Türkiye’yi bilir. Türkiye’de yaşayan 77.000.000 Türk’ten acaba 200.000’i Tuva’yı bilir mi?’ Ve sonrasında feryat gibi bir istek: ‘Bizi unutmayın. Sizden fazlaca bir beklentimiz yok. Ülkemizi ziyârete gelin, yeter.’
* Yaşamakta oldukları kendi öz vatanlarında azınlık konumunda bulunan bütün Türkler, asimilasyona ve misyoner faaliyetlerinin baskılarına mâruz kalıyorlar.
Dünyanın dört bir tarafındaki mazlum ve mağdur Türkler, kimliklerini korumak için büyük mücâdele veriyorlar.  
Mazlum ve mağdur Türklerin asil ve muhteşem feryadını dünya milletleri, insan haklarının sözde savunucuları duymuyor.  
Bizler duymalıyız…  

IRAK’TA TÜRKMEN LİDERLERİN KATLİ


Irak'taki Baas rejiminin Türkler üzerindeki baskıları, 1979 yılında iyice ağırlaştı. Irak'taki Türklerin lider durumunda olan önemli şahsiyetleri, 1979 yılında göz altına alınarak, ağır işkencelere maruz kaldı. Bunların arasında, Türkmen Kardaşlık Ocağı'nın uzun yıllar başkanlığını yapmış Emekli Albay Abdullah Abdurrahman ile Bağdat Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Necdet Koçak başta geliyordu. Ayrıca Abdullah Abdurrahman'ın yakın çalışma arkadaşı Dr. Rıza Demirci ve Müteahhit Âdil Şerif de tutuklanarak, işkencelere tabi tutulmuşlardı. Bu tutuklamalar Türk halkı üzerinde büyük tepki ve üzüntü oluşturmuştu.
Emekli Albay Abdullah Abdurrahman, Irak ordusunda önemli hizmetler görmüş değerli bir subaydı. Ordudaki görevinden ayrıldıktan sonra, Bağdat'ta açılan Türkmen Kardaşlık Ocağı'nın yıllarca başkanlığını yapmış ve hizmetlerinden dolayı, Irak'taki Türklerin büyük sevgisini kazanmıştı. Doç. Dr. Necdet Koçak ise, Ziraat Makinaları alanında yetişmiş değerli bir uzman ve bilim adamı idi. Bağdat üniversitesinde Ziraat Makinaları Bölümünü kurarak, bu dalda yüzlerce öğrenci yetiştirmişti. Bunun ötesinde, insan sevgisi ve geniş hoşgörüsü sayesinde Türk toplumu arasında gerçekten çok sevilen ve sayılan bir kişiliğe sahipti.
Baas yönetimi günlerce baskı ve insanlık dışı işkencelerle, Türklerin sevilen liderlerini suçlu göstermeğe gayret sarf etmesine rağmen, hiç bir sonuç alamamıştı. Özellikle şeker hastası olan Adullah Abdurrahman'a, aldığı ilaçlar verilmeyince, gözlerini kaybetmesine ve karanlık bir dünyaya mahkûm edilmesine sebebiyet verilmişti. Sonunda Bağdat yönetimi, Türk toplumuna gözdağı vermek gayesiyle, Abdullah Abdurrahman, Necdet Koçak ve Âdil Şerifi 16 Ocak 1980 tarihinde idam etti. Ağır işkence altında can verdiği için, Rıza Demirci hakkında günümüze kadar her hangi bir resmî açıklama yapılmadı. Türk toplumunun bu gözde ve değerli şahsiyetlerinin haksız yere idam edilmeleri, Irak Türkleri arasında büyük tepki ve nefrete yol açtı. Tek amaçları, ülkede insanca yaşama isteği olan ve Türk toplumunun en doğal hakkını savunan bu liderlerin idamları, Türk halkını yönetime karşı küstürdü.
Mazlum Türkmenlerin katledilmesine sonraki yıllarda da devam edildi.
Irak'ın İran ile giriştiği savaş, ülkede genel olarak durumu kötüleştirirken, Türk toplumunun durumu daha çok zorlaşmaya başladı. Bağdat yönetimi Türkleri bir yandan savaş cephelerinin ön saflarına sürerken, diğer yandan Türklerin ileri gelenlerini idam etmeye devam etti. 1980 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında Binbaşı Halit Sait Akkoyunlu, öğretmen Mehmet Korkmaz, Rüştü Reşat Muhtar, İzzettin Celil Abdulhamit, Selahattin Abdullah Tenekeci, Selahattin Necim Hattat, Muhsin Ali, Mustafa Mehmet Abbas ve Hamit Rahman idam sehpalarına gönderildi. Bunlarla beraber Kerkük'ün Tisin mahallesinde ziraat teknisyeni Cemal Cabbar, öğretmen Salâh Hasan ve avukat Ali Ekber Rauf da aynı akıbete maruz kaldılar. Aynı yıl, Musul'a bağlı Karayatağ adlı Türkmen köyünden de Ahmet Reşit Bayatlı ile iki kişi daha idam edildiler.
1979-80 yıllarında beri Bağdat yönetiminin tutukladığı, ancak bugüne kadar kendilerinden haber alınamayan Cevdet Avcı, Kemal Terzi, Ahmet Mehmet Rıza, Hasan Neccar ve Hasip Ali Gülmen gibi, Türkmen bölgelerine mensup daha bir çok vatandaşın hayatına da son verildiği tahmin edilmektedir.
Ocak 1981'de ise Halit Şengül ile Abdulkerim Allahverdi idam edildi. Bağdat yönetimi İran-Irak savaşı sebebiyle, özellikle Türkmen Şiî kesimi üzerinde ağır baskılar uygulamaya yöneldi. Asılsız ve haksız suçlamalar yüzünden birçok Türk aydını idam sehpalarında sallandırıldı.
1981 yılı içinde Tuzhurmatu, Beşir ve Tisin bölgelerinde yeni idamlar gerçekleştirildi. Bunlar arasında Tuzhurmatu bölgesinden Selim Hamdi Baki (öğretmen), Haşim Hamdi Baki (öğrenci) ve Abbas Nazlı (ziraat teknisyeni); Beşir'den Ali Abdulvahit (öğretmen); Tisin'den Hıdır Ali Merdan (öğretmen), Sefil Mehdi Gaip (öğretmen), Zeynelabidin Sabir (elektrik mühendisi), Ahmet Mehmet Ali (öğretmen) ve Ali Murat Hüseyin (öğretmen) idam edildi. 1982 yılında Necat Kasım Koryalı (trafik polisi) ve Beşir'den Mehmet Hüseyin (öğrenci) idam edildi.
Prof. Dr. SUPHİ SAATÇİ: TARİHTEN GÜNÜMÜZE IRAK TÜRKMENLERİ. Ötüken Neşriyat, 2003