Tarihten ve günümüzden Türk Dünyası esintileri-18

Abone Ol


RAUF DENKTAŞ

13 Ocak 2012 tarihinde ebedî âleme intikal eden Rauf Denktaş, Türk dünyasında son yıllarda yetişen önemli liderlerin en önemlisiydi. Yalnız Kıbrıs Türklerinin değil, Türkiye’nin ve 300.000.000’luk Türk dünyasının liderliğini yapabilecek kapasitede; bir önder-lider, cesâret âbidesi bir kahraman, büyük mücâdele adamı, imanlı-inançlı bir münevver, vakur ve mütevazı bir insan, bilge bir devlet adamı idi.

Sonsuz meziyet ve sıfatlarını, benzer görevlere tâlip olacaklara pahâ biçilmez miraslar olarak bıraktı ve fâni dünyadan ebedî âleme göç etti.

Devlet kurmak, ancak çok üstün meziyetlere sâhip insanların başarılı olabileceği zor bir iştir. O bu zorluğu, eğilip-bükülmeden, doğruluğuna inandığı yolda en küçük bir sapma yaşamadan, zik-zak çizmeden ve başarılı sonuca ulaşacağından bir an bile tereddüt etmeden aştı. Tek başına başlattığı mücâdelesine, kısa bir süre sonra; Türklerle birlikte Türkleri sevenler ve hatta sevmeyenler…  milyonlarca insan destek verdi.

O kadar kendinden emindi ki, sıradan bir iş yapıyormuşçasına 68 yıl süre ile bütün dünyaya liderlik ve demokrasi dersi verdi.

Önce milletine sonra devletine ve demokrasiye sâhip çıktı. En ümitsiz dönem ve durumlarda bile Türkiye’ye olan güveni sarsılmadı. Türkiye’de bâzı yöneticilerin düşünce ve arzularının önünde engel olmamak için Cumhurbaşkanlığı seçiminde tekrar aday olma hakkını kullanmadı, makamını terk etme fedakârlığını gösterdi. Görevden ayrıldıktan sonra da Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarından, Türk askerinin adadaki varlığından zerrece tâviz vermedi.

Son nefesini vermeden önceki vasiyeti açık ve nettir: ‘Devlete ve bağımsızlığa sâhip çıkın. Kıbrıs Türkünün tarihî mücâdelesini yeni nesile anlatmak herkesin vatan ve vicdan borcudur.’

Şu veciz sözler; vücudunun pek çok organı iflasın eşiğinde olan fakat imânı, zekâsı ve tefekkür kabiliyeti doruklarda seyreden bir fâninin; hasta değil, ölüm yatağından insanlığa mesajıdır: ‘Devletsiz kalmak demek, her şeyiyle âciz kalmak demektir. Başkasına muhtaç olmak demektir. Devletsiz yaşayan insanlar olabilir fakat devletsiz yaşayabilen millet yoktur. Kıbrıs Türk halkı, Türk milletinin ayrılmaz, kopmaz bir parçasıdır.’  

Her Türk genci, Bilge Lider Rauf Denktaş’ın kitaplarını bulup mutlaka okumalı, O’nun sarsılmaz bir imanla taçlanmış milletseverliğini, vatanseverliğini fikrine, gönlüne ve benliğine şuur hâlinde nakşetmeli, kitaplardan öğrendiklerini şaşmaz rehber olarak kullanmalı.

Kendisiyle 14 Mart 2009 tarihinde yaptığım röportajda; fikri idealist – aklı realist bir lider olarak  sorularıma içtenlikle ve bütün açıklığıyla verdiği cevaplar arasına şu mesajları yerleştirmişti:  

* ‘Allah (cc) korkusu ve insan sevgisi yoksa hiçbir dünyevî müeyyide insanı faziletli ve üstün kılmaz.’

* ‘Türkiyesiz var olamayız. Dâvâ müşterektir.’

* ‘Biz, millî ve mânevî değerlerimizi korursak, o değerler de bizi koruyacaktır.’

Milletimizi oluşturan fertlerde özlediğiniz insan tipini târif eder misiniz? Şeklindeki soruma;

‘Tarihini iyi bilen, Atatürk’ün nutkunu ve Kur’an-ı Kerim’i okumuş, Allah sevgisi ve korkusu ile doğru ve dürüst olan, yalandan, iftiradan Allah’tan korkarcasına korkan, din kardeşlerini kendisi kadar seven ve koruyan, çevreyi önemseyen, hayatını alın teri ile kazanan tipleri her halde herkes özler.’

Diyerek cevap vermiş,

Türkiye’de pek çok insan; ‘Rauf Denktaş, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olsa ne iyi olurdu.’ Diyor. Bu istek, sizin de kulağınıza gelmiş olmalı. İlk duyduğunuzda ve sonrasında, sizde oluşan duyguları okuyucularımızla paylaşır mısınız?’ Diye sorduğumda, mahçup bir edâ ile başını eğmiş;

‘İzniniz olursa bu sorunuzu sorulmamış kabul edelim.’ Demişti.

Hakkını aramanın, hakkı için hiçbir şeyden korkmaksızın ve yılmadan-usanmadan mücâdele edişin simgesi olan bilge lider! Siz bu fâni dünyadan bekâ âlemine göç etmiş olsanız bile, başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmak üzere bıraktığınız eserlere sâhip çıkacağız.  Kitaplarınız, sözleriniz, beyanlarınız, mesajlarınız… yeni nesillere tarih boyunca ışık tutacak, yol gösterecektir. Faziletli, tutarlı kişiliğinizle, verdiğiniz olağanüstü mücâdelelerinizle daima saygı ve rahmetle anılacaksınız.

Mezkânınız cennet olsun.  







TÜRKİYE-ÖZBEKİSTAN İLİŞKİLERİ
HASAN KANBOLAT
ORSAM Başkanı, 28 Eylül 2010
 
Sovyetler Birliği devrinde her halkın sağır ve dilsizlerin işaret dilinde bir simgesi vardı. Özbekleri ifâde eden işarette başa doğru tutulan sağ elin kendi etrafında dönmesi ile ifade ediliyordu. Yani, ‘zekâ’ Özbeklerin simgesiydi. Özbek deyince akla zekâ, kültür, yerleşik bir medeniyet, zengin bir tarih, bilim ve ticaret geliyordu. Özbekistan aynı zamanda 28.000.000 nüfusu ve çevre ülkeler de bulunan Özbek nüfusu ile birlikte Türkistan’ın kalbgâhında en kalabalık ve en köklü konuma sahip bir ülkedir. Ayrıca, Özbekistan kendine özgü mahalle, gençlik, kadın ve meslek teşkilatlandırmalarını başarıyla gerçekleştirmiş bir ülke. Bu sebeple, Türk Cumhuriyetleri arasında Özbekistan’ın ayrı bir yeri vardır.

Özbekistan köklü ulu bir çınara benzediği için bugünkü durumunu da hak etmiyor. Bütün komşuları başta olmak üzere dünyaya kuşkuyla yaklaşan, her geçen gün daha fazla içe kapanan, vatandaşına bile güvenmeyen bir ülke ile karşı karşıyayız. Özbekistan’da siyasî muhalefet ve silahlı İslamî hareketlerden duyulan korku paranoya hâlini almıştır. Bu sebeple de Türkiye- Özbekistan ile ilişkileri sürekli olarak inişli çıkışlı olmuştur. Özbekistan, Ankara’nın Özbek muhalefetinin Türkiye’de faaliyette bulunmasına göz yumduğunu, Türkiye’den bazı grupların Özbekistan’da dinî propaganda yaptığını ve Taşkent’in iadesini istediği Özbek vatandaşlarına karşı Türkiye’nin tutumunu gerekçe göstererek Türkiye’ye karşı mesâfeli duruyor. Taşkent, Özbek muhaliflerin sınırdışı edilmesini ve muhaliflerin Türkiye’ye seyahat etmelerinin önlenmesini istiyor. İnsan hakları konusunda Türkiye’nin milletlerarası kuruluşlarla Avrupa Birliği ve batı ile birlikte hareket etmesinden rahatsız oluyor. Ayrıca, Devlet Başkanı Karimov, Özbek kimliğinin Türklük potasında eriyebileceği endişesiyle Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) sürecine mesâfeli yaklaşmaktadır. Azerbaycan, Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan tam üye ve Türkmenistan gözlemci olarak söz konusu sürece katılırken Özbekistan tamamen uzak durmaktadır.
 
Türkiye-Özbekistan ekonomik ilişkileri de mevcut potansiyelin çok altındadır. Türkiye-Özbekistan dış ticaret hacmi 2009 yılına göre yüzde 65 artarak 2010 yılı itibarıyla 1.143.000.000 ABD Doları olarak gerçekleşmiş olmasına rağmen dış ticaret, ortak yatırımlar ve müteahhitlik hizmetleri istenilen düzeyde değildir. Özbekistan’da Türk yatırımları tekstil başta olmak üzere gıda, ilaç, plastik, inşaat ve otelcilik sektörlerinde yoğunlaşmıştır. 1992-2010 arasında Özbekistan’da gerçekleştirilen Türk müteahhitlik hizmetlerinin toplamı yaklaşık 1.800.000.000 Dolarıdır. Özbekistan’da 75 adet Türk tekstil ve hazır giyim firması bulunmaktadır. Türk şirketlerinin Özbekistan’daki yatırım tutarı 2010’da 1.000.000.000 Doları aşmıştır.
 
Türkiye ile Özbekistan arasındaki soğukluk nasıl aşılacak? Dışişleri Bakanlıkları arasında siyasî istişareler 11-12 Şubat 2008 tarihlerinde Taşkent’te gerçekleştirilmişti. Söz konusu ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül’ün ikili ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik ifâdeleri içeren bir davet mektubu Özbekistan Devlet Başkanı’na iletilmişti. Ülkeler arasında soğukluk aşılamazsa bu soğukluğu halklar aşacaktır. Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin kaybedecek zamanı çoktan bitmiştir.
 
MEN AŞGUNDAN ÖLÜRE M
Hesratından, heyalın ılduzlar kimin ırak,
Men bele bir hesrata, boyun eyebilmürem,
Ya elime elin ver, ya da gurbeti bırak,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Bu gecede necedir, camlarda galdı gözüm,
Bu gecede necedir, yandı ciğerim özüm,
Yazmaz oldı gelemim, heç gülmez oldı yüzüm,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Diyerler ki; ‘gelbinde bir nacakmış’ ayrılık,
Sevdanın bir yerinde, olacakmış ayrılık,
Alav soylu güllerde solacakmış ayrılık,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Türkmenin toprağında bülbüller dile geldi,
Şahlandı doru taylar, galktı dörtnala geldi,
Senden heber gelmedi, elim döşüme geldi,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Ataşında ganarken, aşgun gizil alavı,
Her dertten alâ imiş bu alayın elemi,
Bu mehebbet çağrıma gelemezsin ele mi?
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Men yalguz, men avare, men her derde amade,
Menim şu özge canım, gurban olsun Türkmen'e,
Sepsev meni yerlere, heç gelmesem imdade,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Ne yaman sevda imiş, attı meni çöllere,
Türkmen'in toprağında yer düşer mi ellere?
Bir ummanda bir katre, yeter mi bu hallere?
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.

Men, Türkmen'in dilinden sepilen bir demzede,
Vicdanımda bir oldım, gayrı olmam azade,
Bir Nesimi, Fuzuli, Bahtiyar Vahapzâde,
Men aşgundan ölürem, sene diyebilmürem.


İLTER YEŞİLAY


XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

SES BAYRAĞIMIZ TÜRKÇE


 OĞUZ ÇETİNOĞLU
 HYPERLINK "mailto:ocetinoglu@ttmail.com" ocetinoglu@ttmail.com  

 
Atatürk diyor ki: ‘İşimiz, ordumuzun zaferiyle bitmiş değildir. Bir milletin irfan ordusu yoksa savaş meydanlarında kazanılmış zaferler kalıcı olamaz. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun gayretleri boşa gider. Bir ülke için, bir millet için en önemli konu, eğitimdir.’

Eğitim mutlaka ana dille yapılmalıdır. Bizim ana dilimiz Türkçedir. Başka dillerle eğitim yapıldığında millî kimliğimiz zayıflar. Millî kimliğin zayıflaması sonunda başka milletlerin, maddî ve mânevî baskılarına direnme gücü azalır. Sonunda, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü değiştirir, başka bir milletin kültürünü benimsemiş oluruz ve o milletin yönetimine gireriz.

Bunun en çarpıcı örneği Bulgar Türkleridir.

Bilindiği gibi Bulgar Türkleri, kadim ata yurdumuz, batılıların Orta Asya dedikleri Türkistan’da Türk kavimlerinden Karlukların baskısı ile Hazer Denizi’nin ve Karadeniz’in kuzeyinden batıya göç ettiler. Bir kısmı günümüzdeki Tataristan’ın başşehri Kazan’a yerleşti. Onlar, daha sonra Kazan Hanlığı’nın ahalisi oldular. Dillerini ve dinlerini korudular, Türk olarak hayatiyetlerini devam ettiriyorlar.

Bulgar Türklerinin bir bölümü Kazan’dan sonra yollarına devam etti ve günümüzdeki Bulgaristan topraklarına geldi. Burada yaşayan Slavlar arasında azınlık olarak yaşamaya başladılar. Bir müddet sonra önce dillerini, sonra dinlerini, en sonunda da kültürlerini bırakıp Slav kültürünü benimsediler ve Türklüklerini tamamen unuttular.

Macar milletinin aslını teşkil eden Hun Türkleri de aynı gelişmeler sonucunda Türk kimliğini kaybettiler. Onlar, büyük Türk komutan ve devlet adamı Atilla’nın önderliğinde Ak Hunlar olarak Türkistan’ı terk etmişlerdi.

Sosyologlar, milletleşme sürecinin asırlar boyu devam ettiğini hatta hiçbir zaman ‘Tamamlandı, milletleşme kemâle erdi.’ Denilemeyeceğini belirtiyorlar. Aynı zamanda müthiş bir tehlikeyi de işâret ediyorlar. Milletlerde çözülme, çok kısa süreli bir vakıadır. Asırlarca devam eden süreç sonunda ulaşılan millî kimlik, millet olgusu ve millî birlik kısa sürede dağılıyor. Dağılma, dilde başlıyor.

İnsan topluluklarını ‘millet’ yapan en önemli unsur dildir. Dil birliği yoksa insan toplulukları millet hâline gelemez. Bunun tersi düşünüldüğünde dil birliğini kaybeden milletler de millet olma vasfını kaybeder. Kaideyi bozmayan istisnalar elbette vardır.

Türk olmanın en belirgin göstergesi Türkçe konuşmaktır. Bize artık yalnızca Türkçe konuşmak yetmez. Türkçeyi doğru ve güzel konuşmak, yıkıcı yabancı etkilerden korumak gerekir.

Biz Türklerin milletleşmesi, yazılı değil sözlü kültür değerlerimizin desteğinde sağlanmıştır. Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan okuma-yazma seferberliği ile daha güçlü ve kalıcı olan yazılı kültüre ağırlık verildi. Dil üzerinde önemli çalışmalar, araştırmalar yapıldı. Bir ara, yanlış bir yola sapıldı ise de çabuk dönüldü. Dönüş yapamayanlar o yanlış yolda bir müddet daha ilerlediler. Onlar da girdikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu gecikmeli olarak anladılar. Kimisi öldü, kimisi Türkçeyi bozmakta ısrarlı olmaktan vazgeçti.

Bu gün Türkçemiz, daha farklı tehlikelerle karşı karşıyadır:

Birincisi: yabancı dille eğitim. İkincisi. Yabancı kelime istilası. Üçüncüsü: Bilgisayar aracılığıyla oluşan hız ortamında kelimelerin kâh kısaltılarak kâh eciş-büçüş şekillere sokularak soysuzlaştırılmasıdır.

Vatan için canını fedâ etmekten çekinmeyen vatanseverlerimiz var. Milletini seven, bağımsız ve kalkınmış olarak ebed-müddet yaşaması için çalışanlarımız var. Bayrağa saygıyı Türklüğün gereği olarak kabul edenler var. Türkçemize, ses bayrağımıza saygılı olanlar neden olmasın? Şüphesiz onlar da bol miktarda var. Fakat hassasiyet sâhipleri yeterli sayıda değil. Türkçeyi bilmek yetmiyor. Uygulamada titizlik ve hassasiyet gerekiyor. ‘Herkes kullanıyor’ gerekçesinin ardına sığınarak, bir kelimeyi yanlış kullananlar veya Türkçe karşılığı bulunduğu halde İngilizcesini kullananların sayısı korkutucu ölçüde fazla. Nasıl olduysa Türkçe konusundaki hassasiyetimiz törpülendi, aşındırıldı. İşin kötüsü, bir kısmımız, farkında olmaksızın, Türkçemizi kasıtlı olarak aşındıranlar gibi hareket ediyoruz.

‘Neden böyle’ diye sorulduğunda; Dilimizle ilgili meseleleri önemsemediğimiz, küçümsediğimiz, küçük mesele olarak gördüğümüz, enerjimizi-gücümüzü büyük meselelerin çözümünde kullanmak istediğimiz ileri sürülüyor.

Küçük meseleleri halledemeyenler, büyük meseleleri hiç halledemezler.

Her şey dilde başlar, dilde biter.

Yabancı kelimelerle oluşan markaları taşıyan gıda maddeleriyle beslenen, yabancı marka elbise giyen, yabancı isimler taşıyan sitelerde oturan, yabancı isimli alışveriş merkezlerine girip çıkan insanlar, kendi kültürlerine yabancılaşırlar. Doğru ve güzel Türkçe ile konuşmak onlar için artık külfet hâline gelir.

Dikkat edenler görüyorlar. Çarpıcı çelişkiler yaşıyoruz. Devlet tarafından inşa edilen hava alanlarına, sefere konulan uçaklara ve deniz otobüslerine, köprülere isim verilirken, vatana ve millete hizmet etmiş, kalplerde taht kurmuş saygın kişilerin isimleri veriliyor. İyi yapılıyor. Fakat aynı yöneticiler, yabancı kelimelerin isim ve marka olarak kullanılmasına ilgisiz kalıyorlar, hassasiyet göstermiyorlar.

Devletin, belediyeler aracılığıyla yabancı kelime ve kavramların isim ve marka kullanılmasını önlemeye hakkı vardır. Dilimizi kurtarmaya buradan başlamamız gerekiyor.

Dil ile ilgili meselelerimiz ‘küçük’ değil, büyük meseledir ve âcil çözüm gerektirmektedir.

Bu problem ancak Türk dilinin koruma altına alınmasıyla çözüme kavuşturulabilir.