TARİHÇİ DE, BİZLER GİBİ ZAAFLARI OLAN BİR ADEMOĞLU DEĞİL Mİ!...  

Sayın Başbakanımız, “Ermeni-Tehciri” mevzuunda geçenlerde şöyle buyurmuşlardı: (Bırakalım, bu meseleyi Tarihçiler çözsün.) Yani Tarihçilere bırakalım onlar ilgilensin. Nitekim; Ermeni veya Türk, her iki tarafın temsilcileri böylesi gayet eksantrik bir teklif üzerinde durmakta ve bu görüşten medet ummaktadırlar!... 
Halbuki Tarihçilerin bu konu üzerine eğilmesi ve böylece kendi görüşlerini de katarak, kamuoyuna aktarmaları, mezkûr meselenin herhangi bir neticeye bağlanabilmesine hiçbir katkı sağlayamayacaktır. Zira, nihayet “Tarihçi” de bizler gibi birer Ademoğlu olan fanilerden müteşekkildir!.. 
Hemen birçok meselede “taraf olmaya mahkûm” kullardan müteşekkil insanlardır, öz Türkçesi: (Bitaraf davranamaz, tabii olarak taraftır ve öyle kalacaktır!) Çünkü o da nihayeti bir milletin mensubudur ve milletinin her şekilde savunulmasında, kendisini mecbur kılar, yani “1915 Ermeni Tehciri” bahsinde tek kelime ile taraf olmaktan kurtulamaz: (Türk ise Türk tarafgiri, Ermeni ise Ermeni tarafgiri) olmaya mahkûmdur. 
Peki bunlar gibi düşünmeyen ve Ermeni tezini daha olumlu bulabilen Tarihçiler hiç yok mudur!.. Tabii ki vardır. Lâkin, böylelerinin sesleri ya çok cılız çıkar veya hiç çıkmaz!.. 
Bu niçin böyledir? Böyledir zira, “İttihatçı uzantıları” Gazi Hazretleri’nin ebediyete göçmelerinin hemen akabinde harekete geçmiş ve ilk gayrı resmi, bilahare ise yarı resmi ülke yönetimine el koymuşlardır. 
“1940-1950” arası, bilhassa İstanbul’da “dini azınlıklar” bir çok açıdan gayet sıkıntılı bir hayat yaşamış ve bilhassa iktidar tarafından “potansiyel düşman” yakıştırmasıyla değerlendirilmiş ve İslâmi cenaha da bu sakat değerlendirmeyi, benimsetmeye çalışmışlardır ki, ben o uğursuz yaşantının detaylarına inmek istemiyorum. Zira, sadece hatırlanması dahi, benim gibi o yılları yaşamış olanları, bütün tahminlerin fevkinde üzmektedir!... 
Evet, yeni bir Türk Devleti tesis edilmiş ve cihanın gözleri önünde, milletler sosyetesinde ben de varım diyebilmiştir. Lâkin, dıştan bir bütün görünmesine rağmen, içte hemen bir çok meseleleri olan bir insanlar topluluğu olmaktan ileri gidememiş, sancılı günler yaşamakta, “dini azınlıklara” karşı hiç de adil olamamaktadır!... 
1940’lı yıllarda Kumkapu Nişanca’daki meşhur “BEZCİYAN MEKTEBİ”ne giderken; okula gidiş ve dönüşlerde hemen her gün ben ve arkadaşlarım şu iğrenç yakıştırmaya muhatap olmaktaydık: 
(-: Ermeni gâvuru! Ermeni piçi! Siz, bizi sırtımızdan vurdunuz!) vs. 
Ne acıdır ki, günümüzde dahi bu iğrenç slogan hâlâ varlığını sürdürebilmektedir: “17 Eylül 2012 Pazartesi”. Ve meselenin en acı tarafı da, sadece cahil zümre değil, aynı zamanda akademisyenlerimizden de mezkûr zehre, çanak tutanlarımız mevcuttur!... 
Meselâ; tarih bahislerinde özellikle Türk tarihi üzerinde durarak, nezih bir anlatımla Osmanlı tarihi bahislerinde dinleyicileri memnun kılan bir değerli akademisyenimiz, söz “1915 Ermeni Tehciri”ne gelince: “Öyle iddialarda bulunmak yeterli olmaz; 1915 hakkında herhangi bir edebiyat mevcut mudur? vs.” 
Yani hazret demek istiyor ki: “Öyle bir vak’a olmamıştır. Ermeniler yalan söylüyor vs.” Yani: Harput’tan yaya yola çıkarılan, tabanları kan revan içinde kalmış çıplak ayaklarla, ikinci durak “Eskişehir Tren Garına” getirilen talihsiz Ermeni vatandaşların durumu kimin umurunda!... 
Şimdi malûm iddianın sahibi, Prof. Tarihçiye bu konuda en yetkili kişilerden, Merhum Cemal Paşa’nın meşhur “HATIRALAR” adlı kitabından küçük birer pasaj sunuyorum. Herhalde lütfederek okurlar da bir nebze olsun insafa gelirler!... Gerçi makalemde adını mahfuz tutmama rağmen, kendi adreslerine bu sayıyı gönderiyorum. Yani, bu makalemde kendilerini eleştirdiğimden haberleri olacaktır! 
Bilindiği gibi Merhum Cemal Paşa (1872-1922) “İttihat ve Terakki Fırkası”nın en yetkili üç liderinden birisidir: (Talat, Enver ve Cemal Paşalar) bir devre damgalarını basmış, Osmanlı Devleti’nin maalesef yıkım yıllarının, iyi niyetle de olsa mimarı olma talihsizliğine uğramış üç tarihi şahsiyettir. Dolayısıyla, Cemal Paşa’nın bu konuda görüş ve anlattıkları, belge olarak birinci derecede önem taşır. Buyurun hep birlikte okuyalım: “438-439-440-441-442-443-444”. 
(Umumi ıslahat yapmak emeli bizde o kadar büyük bir katiyetle vardı ki, esasen bu dahili ıslahatı yapmadıkça memlekette yaşamak imkânı olamayacağına imanımız vardı. 
Fakat bizce bütün ıslahatın başlangıcı iki-buçuk asırdan beri başımıza asumani (gökten inen) bir belâ suretinde dikilmiş olan Çarlığın mahvolduğunu görmek ve onun memleket içinde her zaman yaptığı entrikalara nihayet vermekti. Bu da umumi harp esnasında Rusya’nın ezilmesine bizim tarafımızdan pek büyük bir gayret göstermekle mümkün olacaktı. 
Binaenaleyh bütün dahili ıslahat teşebbüslerini umumi harpten sonraya bırakmak ve şimdilik milletin umumi kuvvetlerini harbe tahsis etmek elzem olacağına karar vermiş ve hatta bu nokta-i nazarımızı Taşnakzutyun reislerine de söylemekten çekinmemiştik. 
Nihayet Umumi Harbe biz de girdik. Girişimizden birkaç gün sonra yapılan teklif üzerine, IV. Ordu Kumandanlığı’na tayin olunarak İstanbul’dan Suriye’ye gittim. 
Bundan sonra Doğu Anadolu vilâyetlerinde ne gibi haller geçtiği, devletin neden dolayı “Ermenilerin umumi olarak Tehcirine karar verdiğini” bilemiyorum?.. O sırada İstanbul’da cerayan eden müzakerelere katiyen katılmadığım gibi, bu hususta mütalaamı da sormadılar. 
Yalnız günün birinde Dahiliye Nezareti’nden vilâyetlere tebliğ olunan bir muvakkat kanun gereğince Ermenilerin Mezopotamya’ya nakledilerek harbin nihayetine kadar orada oturtulacaklarını öğrendim. Başkumandanlık vekâletinden de, mülki memurlar vasıtasıyla idare edilecek olan bu Tehcir sırasında ordu mıntıkalarından geçerek Ermenilere bir tecavüz yapılmasına meydan verilmemesi tebliğ olunuyordu. Bundan başka hiçbir şeyden haberim yoktu. 
O sırada ben İkinci Kanal Seferi için 1915 senesi sonbaharı nihayetlerinde Suriye’ye sevk edilecek olan Askeri Kuvvetlerin yegâne menzil hattı olan Pozantı-Halep yolu üzerinde menzul teşkilâtı yapmak ve buralarda her nevi erzak ve zahire toplamakla meşguldüm. Bu menzil hattının intizamsızlığını mucip olacak hiçbir teşebbüs noktai nazarımca Kanal Seferi için pek büyük fenalıklar tevlit edeceği için Tehcir olunan Ermenilerin Pozantı’ya gelmekte olduklarını ve oradan Tarsus ve Adana yoluyla Halep’e doğru yürüyeceklerini haber aldığım zaman son derece hiddetlenmiştim. 
Ben Ermenilerin Mezopotamya’ya gönderilmesindense; “Konya, Ankara ve Kastamonu” gibi iç vilâyetlerde yerleştirilmelerini münasip görüyordum. Fakat, Devletçe hususi kanuna dayanarak teşebbüs edilmiş olan muameleye itiraz caiz olamayacağından Ermeni muhacir kafilelerinin Adana ve Halep üzerinden Mezopotamya’ya nakillerine mani olunmamasına dair kati emir aldığımdan çaresiz olarak razı oldum. 
O sırada Elazığ ve Diyarbakır vilâyetlerinde Ermeni muhacir kafileleri aleyhine tecavüzler yapıldığına dair uzaktan uzağa haberler alıyordum. Tehcir muamelesi yalnız mülki memurlar tarafından idare olunuyor ve orduların bu işle hiç ilgisi bulunmuyordu. Fakat, başka ordular mıntıkasında muhacirlere karşı yapılan tecavüzlerin, benim ordu mıntıkamda da yapılmasına katiyen tahammül edemeyeceğimden bu hususta gayet şiddetli emirler vermeyi kendim için bir mecburiyet telâkki ettim. Yine o sırada Pozantı’dan Halep’e kadar olan yol üzerinde muhacirlerin iaşesi için mülki memurlarca kafi derecede iaşe vasıtaları tedarik olunamadığını ve Ermenilerin cidden acınacak bir sefaletle bütün yol boylarına yayılmış olduklarını haber aldığımda, vaziyeti bizzat teftiş etmek üzere Halep’ten Pozantı’ya kadar bir seyahat yaptım. 
Ordu’ya mahsus olan menzil ambarlarından Ermeni muhacirlerine ekmek verilmesini emrettiğim gibi, menzil doktorlarının Ermeni hastalarını tedavi etmelerini tembih ettim. 
Hulâsa bu Tehcir esnasında Ermenilere yapılacak yardımların en fazlasını yapmaktan geri kalmadım ki, bu icraatım ecnebi ve Ermeni bütün haksever insanların itiraf ettiği şeylerdir. 
Anadolu Ermenilerinin Tehcirinden sonra “Adana ve Halep Ermenilerinin de” Tehciri emri mülki memurlara verildiği zaman, ben buna da muhalif bulundum. Bu muameleye lüzum görmediğimi ve bu halin IV. Ordu mıntıkasının iktisadi ve zirai şartlarına kötü tesir yapacağını uzun uzadıya İstanbul’a bildirdim. Fakat mülki memurlara verilmiş olan emirlere karışmayarak, yalnız onlara yardım etmekliğim ihtar edildiği için buna da mani olamadım. 
Şu kadar var ki, bütün Ermeni Muhacirlerin Mezopotamya’ya gönderilmesi orada sefalete duçar olacaklarına emin olduğum için bunlardan birçoklarının Suriye ve Lübnan vilayetleri içine yerleştirilmelerini münasip gördüm. Buna müsaade edilmesini ısrarla İstanbul’a yazarak muvafakatlarını aldım. İşte bu sayede bu vilayetlerde hemen (150,000) kadar Ermeni’yi yerleştirmeye muvaffak oldum. 
Nakil ve Tehcir esnasında meydana gelen vakaların sebebine gelince: Bunu yukarıda açıkladığım “Kürt ve Türk unsurlarıyla”, Ermeni unsurlar arasında 60-70 seneden beri devam edegelen düşmanlık hissine atfetmek zaruridir. 
Asırlardan beri bir arada yaşayan bu üç milleti yekdiğerine can düşmanı yapan “Moskof siyasetinin” Allah belâsını versin!.. 
1915 Tehciri esnasında yapıldığını duyduğum cinayetler cidden nefrete şayandır. Fakat Ermenilerin ihtilâl esnasında Türk ve Kürtler aleyhinde yaptıkları cinayetler de alçaklık ve fecaat da bunlardan aşağı değildir. 
Cemal Paşa’nın bahsettikleri, (Kafkas Ermeni Çeteleridir). Ve devamla der ki: “Bütün bu cinayetlerin sebebi ne olursa olsun, bunların menine çalışılması icap ederdi. Hükümet, Ermeni cinayetlerinden Türk ve Kürt ahaliye ve Osmanlı Ordusuyla, Osmanlı siyasi mevcudiyetini korumak için Tehciri acil ve müessir bir çare gibi telakki etti.” Fakat bunun neticesinde “Kürt ve Türk cinayetlerine” sebepler hazırladı. Acaba bunun başka türlü bir çaresi yok muydu? Tehcir sırasında muhacirlerin tecavüzden korunması mümkün değil miydi?...) 
Cemal Paşa’nın eserinde dip-notu olarak kayda geçilmiş bir bölümde Rus Ordusu Yarbaylarından “Tverdoklebof”un iki raporunda Ermeni vahşeti öylesine detaylı anlatılmış ki, Cemal Paşa hatıratına geçmemiş ve şöyle buyurmuşlar: 
(Biz, Türkiye’de bir “Ermeni Meselesi”nin artık kalmadığı şu sıralarda bu hatıraları ve dolaysıyla eski kinleri tekrar alevlendirmekten çekindik.) 
Görülüyor ki, “Kafkas-Ermenilerinin sadakatle bağlı oldukları” Rusların Ermenilere olan dostluk ve sevgi(!) tezahürü?!...
Bu satırları bilhassa Ermeniler okusunlar da bir nebze olsun kendilerine dönerek, gerçekleri görebilsinler!.. 
Önceki makalemde yazmış olduğum gibi, bu makalemde de o pek ahkâm kesen Tarih Profesörü için yazdım ve bu suali sormama müsaade etsinler: 
Harbut’tan, Halep’e: Genç, yaşlı, kadın, çocuk ve hastalardan müteşekkil, bir garipler konvoyu; yaya olarak yürütüldüğünden tabanları kan revan içinde acaba kaç yüz kişi olarak varabilmiştir?... 
Soruyorum size, siz yaya olarak kaç kilometre yürüdünüz veya öylesine dahi olsa yürümüş olduğunuz olmuş mudur?.. 
Bu konuda son sözüm şu olacaktır: 
Rus Ordusu mensubu Kafkas Ermenilerinin vahşetinin hesabını onlar değil, tamamen masum Osmanlı Ermeni’si ödemiş ve ne acıdır ki hâlâ da bu konuda sorumlu tutulan yine Osmanlı Ermeni’si olmaktadır, yani biz Türkiye Ermenileri?!... 
Saygıdeğer okuyucularım, inşallah yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize mutlu ve başarılı bir hafta diliyorum efendim.