TARİH TEKERRÜR EDİYOR!... (2)

Abone Ol
Haricî Siyâset’in temeli, Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin sulh içinde hayatiyyetinin devam ettirilmesiydi. 
Devrinin en zekî ve müdebbir devlet adamı olan Abdülhamid, Avrupa devlet’lerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan ve çakışan menfaat ve ihtiraslarından azamî derecede faydalandı. Bu bakımdan haricî siyâset, milletlerarası münasebetlerde yeni şartlar oluştukça değişikler arzetmiştir. 1878’den, 20. asrın başlarına kadar ki dönemlerde müstekîl bir siyaset ta’kip edilmiştir. 
Günümüzde olduğu gibi, Osmanlı Devletinin varlığı için en tehlikeli gördüğü İngiltere’ye karşı Rusya ile dostluk kuruldu. Mısır’da, aynı bölge ile yakından ilgilenen iki devletten birisi olan Fransa’yı İngiltere’nin karşısına çıkardı. 
(Tarih nasıl da tekerrür ediyor! Ortadoğu, özellikle Irak’ın kuzeyi ve bütün Irak’taki petrol savaşında, ABD ve İngiltere ve Avrupa Birliği’ne karşı, Başbakan’ın Rusya’ya yanaşması ve Şankay Birliği’ne göz kırpması gibi.) 
- Abdülhamid, büyük güçler arasındaki rekâbet üzerine tesis edilen haricî siyâset’le istiklâlin uzun bir müddet korunamayacağını çok iyi biliyordu. Asıl maksadı zaman kazanmak ve bu zaman zarfında Osmanlı Devlet-i Aliye’sini iktisâden kalkındıracak gerekli ıslahatı yapmaktı. Fakat ortada çok ciddî mes’eleler vardı. Tanzimat dönemindeki bütün borç’ların faturası Abdülhamid’in önündeydi. Tanzimat dönemindeki israf ve aşırı borçlanmalardan dolayı kurulan Düyûn-u Umûmîyye idaresi devletin bütün mâlî ve iktisâdî hayatına hâkimdi. Memleketin bütün zirâî ve sınâî gelirleri doğrudan Düyûn-u Umûmîyye’ye gidiyordu. 
Yeni kaynaklar ve imkânlar geliştirilmeye çalışıldı. Devlette israf önlendi, cârî harcamalar kısıldı. Islahat için yeni yeni, fonlar oluşturuldu ise de, hâricî tahrikler, içeride patlak veren karışıklar bu kaynakları da eritip bitirdi. 
Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in düşündüğü ve plânladığı bütün ıslahat yapılamamakla birlikte oldukça ehemmiyetli hamleler yapıldı, adımlar atıldı. Maarif, Ümran (Bayındırlık), ziraat sahalarında büyük gelişmeler kaydedildi. Medrese’lerin uyuşukluklardan kurtarılıp yeni usullerle eğitim veren mekteplere dönüştürülmesine hız verildi. Kalitesi yüksek, uzman me’murlar yetiştirilmek üzere yüksek mektepler açıldı. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanay-i Nefîse (Güzel San’atlar) Hendese-i Mülkiye, Dâru’l-Muallimîn Âliyye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi, Deniz Ticareti, Orman ve Maadîn (Madenler), lisan, dilsiz ve âmâ mektepleriyle, Dâru’l-Muallimât ve kız sanay-i mektepleri, Fen ve Edebiyat Fakültelerinden oluşan Dârulfünûn ve sayısız Rüştiye ve İbtidâî mektepler hep Abdülhamid döneminde açılmıştır. 
- Sağlık ve İçtimâî sahalarda da önemli adımlar atılmıştı. Haydarpaşa’da, Tıbbıye-i Şâhâne, yanında Haydarpaşa Nümûne Hastahanesi, İstanbul’un Avrupa Yakasında, kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfâl Hastahanesi, ba’zı masraflarını bizzat karşıladığı, Aziz Milletimizin yüzakı, iftihar kaynağı, Dârü’l-Aceze, Memâlik-i Osmaniye’de, daha sonra adları, Memleket, Devlet Hastahane’leri olarak zikredilen, pek çok nümûne hastahaneler yapılmıştır. 
- Memleket dahilinde ticaret-ziraat ve sanayi odaları Abdülhamid zamanında yapıldı. Osmanlı tarihinde ilk def’a olarak “Tahrir-i Nüfûs” (Nüfus yazılımı) Teşkilatı kuruldu. Osmanlı’da insan gücü ve mal varlıkları istatiskî bir şekilde beher yıl düzenli olarak tesbit edildi. İstanbul’da bir günde kaç yumurta, kaç bağ dere otu, kaç bağ maydanoz tüketildiği tesbit edilerek, İstanbul’daki yerli üretim ihtiyaca kâfi değilse, yakın Marmara illerinden deniz yoluyla sebze-meyve takviyesi yapılırdı. Böylece üretim-tüketim arasındaki denge tam olarak te’min edildiği için, yıllarca gıda maddelerinin fiyat’ları sâbit kaldığından, tüketici enflasyon’dan, üretici de malını çok düşük fiyatlarla satmaktan kurtulmuştu. 
Abdülhamid’in bu sistemi kurduğu dönem’de, henüz İstatistik Bilimi dünya üniversite’lerinde, pek tabi’î ki, bizim Dârulfünununda ders olarak okutulmuyordu. 
İletişim Teknolojisi’nin, Nakli Vasıta’larının hız kazandığı günümüzde bile maalesef, hâlâ bu denge bir türlü te’min edilememiştir. 
TBMM’sinden çıkan Hal Kanunlarına rağmen, üretim bölgeleriyle tüketimin yoğun olduğu bölgeler’de fiyat uçurumları vardır. 
Üretim bölgelerinde 50 kuruş’luk bir sebze ve meyve, tüketim bölgelerinde 10 katına, hatta şehr’in ba’zı turistik ve sosyetik bölgelerinde 20 katına kadar yükselmektedir. 
- Sultan Abdülhamid’in cihanşümûl proje’leri, Bağdat ve Hicaz Demiryolları’dır; Düyûn-u Umûmiyye, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Kuzey Afrika’da meydana gelen ayrılık cereyanları sebebiyle devlet neredeyse sıfırı tüketmişken, böylesine büyük projeleri gerçekleştirmek için mutlaka bir dâhî’nin dehâsına ihtiyaç vardı. 
O dâhî, devrinin en müdebbir, en zeki ve en fetânetli devlet adamı, Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’ydi.
Sultan Abdülhamid, Bağdat Demiryolunu, Düvel-i Muazzamâ’yı birbirine vuruşturarak, bunlar’dan Alman’lara, bütün dünya’da bir ilk olarak, “Yap ve devret!” modeliyle yaptırmıştır. 
(Dikkat buyurunuz, günümüzde ba’zı proje’lerin “Yap İşlet Devret!” modeliyle yaptırıldığı bilinmektedir.) 
Memleketimizde bu modeli, kaynak sıkıntısı sebebiyle ilk uygulayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı, Merhum Turgut Özal olmuştu. Daha sonraki yıllar’da, husûsiyle, AK Parti iktidarlarınca kesif olarak uygulanmıştır. 
Fakat, henüz “Yap Devret!” modeli dünyanın hiçbir yerinde, pek tabi’î, memleketimizde uygulanmamıştır, uygulanamaz da... 
İstanbul-Haydarpaşa’dan Bağdat’a kadar uzayan demiryolu, Haydarpaşa Garı yol boyu istasyonlar, yerleşim bölgelerindeki istasyon’ların yakınlarına inşa ettirilen, her biri birer yüzük kaşı kadar güzellikteki cami’ler, Haydarpaşa, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköyü, Suadiye, Bostancı ve Pendik cami’leri örnekleridir. Bu cami’lere Haydar Paşa’nın, Zihni Paşa’nın, Zühdü Paşa’nın isimleri verilmiştir, ki Zühdü Paşa ve Zihni Paşa, Abdülhamid döneminin önemli Paşa’larındandır. İstanbul-Bağdat Demiryolu ve yol boyundaki te’sisler Devlet-i Aliyye’nin kasasından bir kuruş bile ödenmeden Almanlara yaptırılmıştır. 
Bağdat Demiryolu anlaşmasına göre, İstanbul’dan-Bağdat’a kadar açılan demiryolunun sağında ve solunda, 100 metrelik mesafe içinde çıkarılan madenler, Alman’lar tarafından işletilecektir. Abdülhamid Hatıratında anlatır: “İstanbul-Bağdat arası bizim topraklarımızda herhangi bir kıymetli ma’denin bulunmadığını onlar da biliyorlar. Onların gözü, Musul ve Kerkük Petrol yataklarındaydı. Bile bile kabul ettim. Zira bizim bu petrolü çıkarmak için, bilgi birikimimiz, teknik donatımımız bulunmuyordu.
Alman’lar, büyük bir heves’le kuyuları kazar’lar petrolü çıkarırlar, biz, petrole ihtiyaç duyulduğunda bu sahaları millîleştiririz.” 
Nitekim, daha sonra gelişen olaylar karşısında, Abdülhamid bu sahaları, Musul ve Kerkük’te bulunan önemli petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri, Hazine-i Hassa’sından ayırdığı parasıyla satın alıp, buraların tapularını çekmecelerine çoktan koymuştu bile... 
Lozan’da, İsmet Paşa’nın Abdülhamid’in şahsî toprakları Musul ve Kerkük’ün Misak-ı Millî hudutlarında kalması için ısrarlı olmaması, daha sonra Londra antlaşmasıyla ki, -Londra Antlaşmasının şartları bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ açıklanmamıştır.- 
İsmet Paşa’nın, Musul ve Kerkük sahalarının, Abdülhamid’in şahsî mülkü olarak bir milletler arası antlaşma ile tescil edilmesi, ileride, Hanedan mensuplarının bu sahalarda ve Türkiye üzerinde hakk iddia edebilecekleri endişesiyle İngiliz’lere peşkeş çektiği tahmin edilmektedir. Tarih Tekerrür Ediyor!...