Ünlü bir söz. Yeryüzünde yaşayan insanların tamamına yakını şu veya bu şekilde tanrıya inanırlar; ya ilahi tanrı ya da kendi yarattıkları Tanrıya... Bu bir inanç meselesidir. Tanrı’nın seçtiği iyi insanların yönettiği ülkelerde adalet, huzur ve eşit paylaşım olmuştur her zaman.
Tanrıyı kullanarak iktidarlıklarını devam ettirenler, kendi hükümdarlıklarını devam ettirebilmek için yaşadıkları; halka kendilerinden biri olduklarını anlatabilmenin ya da dini sömürü aracı yapmanın asla gerisinde kalmazlar. Din ve ezilmişliği kullanarak gelen bu tipler, bırakın adaleti, halkı zulümle idare etmeye kalkışmışlardır. Rahmetli Bölükbaşı’nın şu tespiti çok yerindedir:
“Dünyada birçok sektörü inceledim; gördüm ki en önemlisi ve karlısı, din sektörü...” Gerçekten de din üzerinden vurmak, onu kullanmak; kesin sonuca götürmektedir her zaman. Lakin ALLAH (CC) bu konuda ibadetlerini kendi menfaatleri doğrultusunda kullananlara lanet etmektedir.
İslam da dini ve makamı kullanmak suretiyle kul hakkı yemek, kamu malına zarar vermek, çalmak veya maddi çıkar elde etmek; affedilebilen bir durum değildir.
İtalyan Filozof Bruno, hayatı pahasına düşüncelerinden asla taviz vermeyerek bu uğurda canında olmuştur. Zamanın kilisesi, düşüncelerinden vazgeçmesi üzerine idamdan kurtulabileceği söylenmiştir fakat hiç birini kabul etmeyerek idamı seçmiştir. Başlarken ifade ettiğim söz; ünlü filozofa aittir.
Ünlü filozofun şu tespiti, bildiği doğruların peşinden gitmesi akıllardan çıkmamaktadır:
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan, resmi akademisyenlerin yanı sıra, kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, kendimizi aciz kabul etmek “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” mantığıyla davranmak, bir şeylerin iyi gitmediğini bilip de “...dünyanın düzeni böyle...” gibi söylemlerle işin kolay tarafını seçmek, insani bir duruş olmasa gerek. Güçten tarafa eğilmek zulme, ortaklıktır.
Zorbanın kabulü yerine, hak ve adaletten yana tavır alabilmek; insani, vicdanı ve dini bir gerekliliktir. Bu yönde çaba göstermemek ise, boynumuza takılan tasmaya rıza gösterebilmektir. Tarih boyunca haksızlıklara karşı durmak, kendine güvenen, hayatı pahasına “ben buna göz yumamam!..” diyen insanlar sayesinde, bugün sığındığımız evrensel sayılan hak hukuk; prensiplerine kavuşabilmiştir.
Bu duruş; hem insani olmanın yanında dini bir görevdir hem de aynı zamanda inançlı bir insanın yolsuzluk, haksızlık ve zulme karşı duramaması veya durmaması durumunda, imanımızı sorgulamamız gereken bir noktadayız demektir.
Bir ülkenin bekası, doğrudan doğruya adaletin işlemesi, evrensel hukukun çalışması ile devam edebilir. Topluma bir virüs gibi giren rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, düşünce hürriyeti ve adaleti işletmeyen bir yönetimle yönetilen ülkelerin batması kaçınılmazdır. Örnek olarak Van’da yaşanan bir vahim olayda adaletin yerini bulmaması, Edirne’de vicdanları yaralayacaktır. Adalete güvenin sıfırlandığı yerde Adana’da mağdur, kendi adaletini kendi sağlamaya çalışacaktır. Dolayısıyla halk arasında herkes, kendine göre adalet sağlama intikamını kendi almaya çalışacağından dolayı, kargaşa ve teröre zemin hazırlanmış, ülkenin bir köşesinde olan olay, başka bir köşesinde fırtınalara sebebiyet verebilecektir.
Her türlü batıl ve hurafelerden uzak, gerçek manada bir din anlayışını ve temiz ahlâklı vatan sevgisiyle yoğrulmuş millet bilincini yerleştirmek zorundayız vatandaşlarımıza. Eğitimin her şeyin başı olduğu bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Devlet tek bir vatandaşının dahi fikren çalınmasına müsamaha etmemelidir. Fikir hürriyeti adı altında birliğimize yönelik bölücü faaliyetlere asla müsaade etmemelidir.
Birey olarak bizlere düşen; art niyetli ve milli olmayan yönetim kadrolarına prim vermemek ve elemektir...