Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü ciddi sıkıntılarla karşı karşıya. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Moskova’nın süper güçlük vasfı zaten kalmamıştı. Bu gücün dayandığı petrol fiyatlarının 1990lar boyunca düşük olması, Rusya’nın süper güç haline gelmeyi nerdeyse unutmasına neden olmuştu. Ancak 2000 başı ile birlikte KGB deneyimli Putin’in başa geçmesi yanında petrol fiyatları da artmaya başladı. Ekonomik bakımdan toparlanan Rusya, siyasi olarak eski nüfuz bölgelerine yönelmeye başladı. Aslında nükleer silahlar, BM Güvenlik Konseyi üyeliği gibi avantajlarıyla bilinçaltında Rusya’nın süper güç özelliğ her zaman yerini muhafaza etti. Bize göre bundan sonra kısa vadede bunun devamının iki şartı bulunmaktadır: Putin’in iktidardaki ömrü ve petrol fiyatlarının 80 doların altına düşmemesi.
ABD, 1990lar boyunca tartışmasız tek süper güç olma özelliğini 2000lerde de sürdürdü. Belirtmek gerekir ki ABD’nin öncelikle NATO üzerinden eski dünyayı kontrol edebilmesi için Soğuk Savaş dönemindeki komünizm tehlikesine benzer bir toprak hattına, siyasi araca ihtiyacı bulunmaktaydı. Ekonomik ve askeri bakımdan gücünün zirvesindeki ABD Afganistan ve Irak’a müdahale ederken “terör tehlikesi” bu konuda bulunmaz bir fırsat verdi. Maksat müdahale olduktan sonra böyle bir tehlikenin oluşturulması gerektiğinde komplo teorileri bütünüyle gerçekçi olabilmektedir. Bununla beraber, Obama, Beyaz Saray’a yürürken ABD adeta müdahaleler batağına saplanmıştı. ABD, Afganistan ve Irak bataklıklarından çıkma yoluna girdi. Fakat bu süper gücün her iki bölge politikalarından uzak kalma lüksü hiçbir zaman olmayacaktır. Beyaz Saray’ın Ortadoğu politikalarında Yahudi Lobisini dolayısıyla İsrail’i bütünüyle yok sayması zorun zorudur. Obama, önemli konularda kısmen bunu yok saymaya çalışmaktadır. İsrail’i yönetenlerin çıkarlarıyla ABD’ninkileri bağdaştırmak elbette kolay değildir. Tekrar seçilme hesabı olmayan Obama, Kongre-Dış Politika dengesinde büyük riskleri göze alırken önemli ölçüde İsrail’le paralel medyanın “en kötü başkan” propagandasına da aldırış etmemektedir.
Rusya, ekonomik sorunlar temelli bölge politikalarını yeniden dizayn ederken ABD, bu bağlamda büyük çıkışlar yaptı. Kaya gazını ticarileştirerek enerji ihracatçısı haline gelen Washington yönetimini bekleyen çok daha büyük yapısal sorunlar sözkonusudur. Siyahlarla ilgili pozitif ayrımcı düzenlemeler, sosyo-ekonomik köklerdeki düşmanlıkları ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Beyazlar-siyahlar, göçmenler-yerliler yanında zenginler-fakirler arasındaki politik çıkmazlar bu süper gücü de kökünden sarsmaya başlamıştır. Sosyal bilimlerde hayallerin ötesinde araştırmalar, öngörüler ve tedbirler üretebilen üniversite ağına sahip bu ülkenin yapısal sorunlarının bir aşamadan sonra dikiş tutmayacağı günler yaklaşıyor mu diye sorulabilir.
Ukrayna ve Kırım politikalarına karşın batının uyguladığı yaptırımlar başlangıçta Moskova’yı pek etkilemedi. Çin’i de yanına alan Putin, yaptırımlara karşı âdetâ dalgasını geçti. Ancak petrol fiyatlarındaki düşüşün “nereye ve ne zamana kadar?” süreceği endişesi Kremlin koridorlarının temel konusudur. Petrol fiyatlarındaki her bir dolarlık düşüş Rusya’nın iki milyarlık zararı civarındadır ki bu ülke ekonomisinin sınırlarını zorlamaktadır. Bu aşamada KGB ajanlarının Ferguson’da başlayan olayları kaşıdığı akla gelebilir. Bununla beraber ABD’nin petrol bombasına karşı Putin’in yapabileceklerini veya yaptıklarını ancak zamanla öğrenmemiz mümkün olabilecektir.
Belirtildiği gibi bu tür olaylar, ABD’nin yapısal sorunu olup ne zaman nerede patlak verebileceği ve nasıl önüne geçilebileceği kolay kestirilemez cinstendir. Bununla beraber, Rusya’nın ve diğer petrol ihraç eden ülkelerin petrol gelirlerinin azalmasının global yansımalarını da hesaba katmak gerek. Zira başta Avrupa olmak üzere birçok ülkenin ekonomisi petrol zengini ülkelere ihracatına dayanmaktadır. Bazı ülkelerin petrol faturalarının düşmesiyle finansal rahatlamalarına karşın bir kısmının ihracat kalemlerindeki düşüş ekonomik krizi atlatma aşamasındaki Avrupa’da büyük çalkantılara sebep olacaktır. Hangi ülkenin ne kadar etkileneceği ve bunun domino etkisinin nereye kadar gideceği önemli bir konudur.
Kırım’ı ilhakından sonra Putin, Abhazya’yı Moskova’ya bağlamada bir adım daha atmıştır. 24 Kasım’da Soçi’de Putin ve Abhazya Cumhurbaşkanı Hacimba arasında imzalanan antlaşmaya göre fiilen Rusya’nın kucağında olan bu ayrılıkçı bölgenin Uluslararası Hukuk açısından da Moskova’nın kontrolüne girmesinde aşama kaydedilmiştir. Buna göre Rusya, Abhazya’nın uluslararası örgütlere üyeliği için gayret sarfedecek, Abhazya’yı bağımsız devlet olarak tanıyan ülke sayısının artması için faaliyette bulunacaktır. İmzacı taraflardan birine yapılan saldırı diğer tarafa da yapılmış kabul edilecek ve diğer taraf her türlü imkânlarıyla bu ülkenin yanında yer alacaktır. Her iki ülke orduları en geç bir yıl içinde “Ortak Savunma Birliği” oluşturacak ve Abhazya ordusu üç yıl içinde masrafları Rusya tarafından karşılanmak üzere modernize edilecektir. Bunun yanında Abhazya-Gürcistan sınırının korunması amacıyla en geç iki yıl içinde Rusya teknik destek verecek ve sınır Rus ve Abhaz birlikler tarafından ortak korunacaktır.
Belirtmek gerekir ki bu sözleşmenin hedefi ilk bakışta Gürcistan olsa da bu aşama aslında çoktan geçilmiştir. Sözleşme, batıya karşı Moskova’nın çantasında daha ne sürprizler bulunduğu konusunda bir işaret vermiştir. Batının özellikle temel gıda ürünleri konusundaki yaptırımlarına karşı bir çare bulmak üzere 1 Aralık’ta Türkiye’yi ziyaret etmeden Putin’in Abhazya açılımının Türkiye’ye dönük mesajı da olsa gerek.
Süper güç olma özelliklerine karşı ciddi tehditlerle karşı karşıya kalan ABD ve Rusya’dan üst düzey Türkiye ziyaretlerini bir de bu pencerelerden değerlendirmek gerek.