Sultan II. Abdülhamid’i hatırlamak için çook sebepler zuhur etti. Tarihi, sadece önyargılıların kaleminden okumaya alışmış olanlar, ulu orta ahkâm kesmeye başladılar. Ancak işin aslını araştırma zahmetine katlanınca sadece dünü değil, yarını da kurtaracak nice gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. İmparatorluğun “Hasta Adam” döneminde tahta geçen ve otuz üç yıl boyunca, devleti maliyesinden eğitimine yeniden ihya eden bu sultan hakkında “öyle deniyor, böyle deniyor” sözlerinden daha saçma bir söz düşünemiyorum. Dokuz yıl II.Abdülhamid’in hususi arşivlerinin tasnifinde görev almış bir araştırmacı olarak, bu döneme ait özellikle Mabeyn Kalemi bünyesindeki evrak ve defterlerin analitik bir şekilde yayınlanması ile bölge ve dünya tarihinin yakın dönemine ait nice karanlıkların aydınlanacağını, bunun yanında devlet ve idare ile ilgili çok dersler alınacağını belirteyim. Neşriyat ve entellektüel camia konusunda ülkemizde yaşanan sıkıntıların dahi bazıları tarafından Ulu Hakan’a mal edilmesi son derece çirkindir. Sultan’ın yayın safhasındaki Sahih-i Buhari’de, içinde “Adalet” geçen Hadis-i Şerif’leri yırtarak basılmasını önlediği söylentilerini sütunlarına taşıyanların bu iftiraları için yazacak bir şey bulamıyorum. İftirayı aktaranlar “söylentiye göre…” dedikten sonra, her türlü yalanı yazma hakkını kendinde görebilmektedirler ki gazetecilik etiği ile ilgisi olmadığı gibi bu davranış tarihçiliğin temel prensiplerine de aykırıdır. 33 yıllık saltanatı döneminde, önemli bir kısmı Avrupai tarzda olmak üzere açtırdığı okullar, Mühendishaneler, Harbiyeler, Tıbbiyeler, Muallim-i nisa mektepleri, Rüşdiyelerin listesi bu sütuna sığmaz. Bu okullardan yetişenlerle Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve yeni bir devletin temelleri atılmıştır. Zamanın her türlü bilim ve teknolojisini ülkesine taşımak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Eğitim ve okullaşma alanındaki yenilikleri savunma ile sınırlı kalmamıştır. Mesela tarımsal üründe verimin artması için gösterdiği hususi gayretleri, bu meyanda yaptırdığı tetkikatları, yazdığı yazıları ve oluşturduğu kurumları nedense pek dikkate alınmamaktadır. Bu külliyattan bugün için de alınacak dersler vardır. Öte yandan mesela kuduz mikrobunu araştıran Pasteur’un bir noktadan sonra tıkandığı, destek ve moral bulamayınca çalışmalarını bıraktığını, Sultan Abdülhamid’in onu İstanbul’a davet ettiğini, kendisinin yaşının ilerlediğini, memleketinden ayrılamayacağını beyan ederek Sultan’a teşekkür etiğini kaç kişi biliyor? Sultan işi burada da bırakmadı. İstanbul’dan üç seçme hekim ile 400 altın göndererek Paris’te Pasteur’un istediği tarzda bir araştırma-laboratuvar binası (Hayır Evi) inşa ettiğini ve Sultan’ın gönderdiği maddi imkânlar ve yardımcı hekimlerle Pasteur’un bu aşıda başarıya ulaştığını herkesin bilmesi gerekmez mi? Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki isyanlar üzerine Sultan’ı tekrar hatırlamamız gerekmektedir. İslam ülkelerindeki bu halk hareketlerinin arkasında Büyük Ortadoğu Projesi veya Medeniyetler İttifakı/Çatışması gibi batı menşeli kışkırtmaların bulunduğuna dair birçok delil bulunmaktadır. Asıl gerçeklerin ortaya çıkması yıllar alabilir. Ancak Makedonya dağlarından örgütlenip, silahlanarak İstanbul’a yönelen Hareket Ordusu ile bunun siyasi temeli İttihat ve Terakki oluşumu, halkın yönetime karşı isyanının tecellisi olarak ortaya çıkmış değildi. Önemli bir kısmı gayr-i Müslim ve gayr-i Türklerden oluşan bu hareketin beyninde İngiltere ile bunların kontrolündeki Ermeni, Rum, Yahudi ve diğer Balkan kavimleri vardı. Balkanlardan gelişigüzel toplanıp İstanbul’a yönelen ordu ile ilgili istihbarat saraya ulaşmış ve bunların son derece derme çatma birlikler olduğu tespit edilmiştir. Sultan’ın sadece Muhafız Alayı bu başıbozuk topluluğu dağıtmaya yetecektir. Alay Komutanı’nın bütün ısrarlarına rağmen Sultan, Hareket Ordusu’nun durdurulmasına müsaade etmez. Bu kadar tedbirli bir padişah bu ordu daha hazırlanırken müdahale edemez miydi? Konuyla ilgili ulaştığımız gerekçeler hiç de yabana atılacak gibi değil: Sultan, mevcut askeri imkânlarıyla Hareket Ordusu’nu rahatlıkla dağıtacak kapasiteye sahipti. Ancak alınan istihbarata göre bu ordu görünenlerle sınırlı değildi. Arkasında düvel-i muazzamanın bulunmaktaydı. Bu demek ki gelen ordu dağıtılırsa arkadan daha güçlüsü hazırlanacaktı. Bu arada kardeş kanı dökülecekti. Sultan, kardeş kanının dökülmesine razı değildi. Bir noktadan sonra takdir-i İlahi diyerek, Saltanat’tan vazgeçebilmek tarihte ve günümüzde pek görülmeyen örneklerdendir. 1909’da Sultan tahttan feragat etti, tahtı muhafaza etmek için bir gayret göstermedi. Onu tahtından indirenler ülkenin insanını ve toprağını on yılda adeta saçıp savurarak her biri bir diyara kaçtılar ve gittikleri yerlerde öldürüldüler. Tarihi geriye dönük olarak yeniden kuramazsınız. Ancak bilfarz Sultan tahtta bir miktar daha oturmak için direnseydi memleketin sonraki on yılının daha iyi olacağını kim tahmin edebilirdi? Halk hareketlerinin arkasında İngiliz, Fransız, İsveç, Hollandalı casusların olduğu bir gerçek. Zamanla daha ne gerçekler öğreneceğiz, kim bilir. Ancak her dönemde Müslümanları birbirine kırdırma stratejilerinin de çeşitli şekillerde tatbikat sahasına konulduğunu unutmayalım. Koltuğunu bırakmak istemeyen liderler, Sultan II. Abdülhamid’i bir daha hatırlasınlar ve bu emperyalist stratejinin parçası haline gelmesinler.