“Diğer yandan, 1930 yılına gelindiğinde, bu yıla kadar Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca’ya bağlı olan Vakıflar Müdürlüğü, (Vakıflar Umum Müdürlüğü olmalıydı.) personeli ve “Hademe-i Hayrat” adıyla anılan camii görevli’leri, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınarak müstakil hale getirilen Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. Yapılan böyle bir uygulama sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda sadece merkez me’murlarıyla müftü ve vaizler kalmıştır.

İşte bu esna’da Silistreli Süleyman Hilmi TUNAHAN Hoca Efendi, Meclis-i Meşâyih Reisi Mehmed Esa’d Erbilî’ye müracaat ederek kendisine bir tekke tahsis edilmesini istemiştir. Ancak Merhum Mehmed Esa’d Erbilî, Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi’nin, medrese ve ilmiye sınıfına mensup bir kişi olduğu için “Meclis-i Meşâyih,” kararlarına göre, kendisine herhangi bir tekke’nin tahsis edilmesinin mümkün olmadığı cevabını vermiştir. Bu gerekçe ile Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi’ye İstanbul’da veya taşra’da (Anadolu’da) herhangi bir tekke tahsis edilmemiştir. Bu sebepten Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi, ağır bir geçim sıkıntısına ma’ruz kalmıştır.”

Müfteri, yalan, iftira ve buhtanlarla iktifa etmemiş, bu kerre olay’ların mahiyetlerini ve tarihlerini de tahrif cihetine gitmiştir.

“Tahsilsiz bu kadar cehl olmaz,

Cehl’in bu kadarı sehl olmaz.”

Buna Cehl-i Mürekkep denilir, Cahil, Echel-ü Cühelâ’dandır, fakat cehlini bilmez.

03 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte, Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekaleti ile, Şeri’yye ve Evkâf Vekaletleri de lağvedilmiş olup, bunların yerine, T.C.  Başbakanlığı’na bağlı olmak üzere, Genel Kurmay Başkanlığı, Diyanet İşleri Reisliği ve Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuştur.

Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluş kanunu mer’iyyet maddesiyle birlikte, çok kısa 5 maddelik bir kanundu.

Diyanet İşleri Başkanı’nın Başbakan’a, müftü’lerin de Diyanet İşleri Reisine bağlı olduğunu derpiş ediyordu.

Diyanet İşleri Reisliği, tıpkı, Bab-ı Meşîhat gibi, bünye’sinde sadece merkez me’murları az sayıda müftü ve vaiz istihdam ettiriyordu.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, bugüne göre hem il sayısı hem de ilçe sayısı çok azdı. Sadece ba’zı iller’de ve merkezî  ilçelerde müftü bulunuyordu. Vaiz sayısı daha da azdı.

Vakıflar Genel Müdürlüğü, kurulduğundan beridir, hiçbir zaman Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmamıştır.

İstanbul başta olmak üzere, güçlü vakıf külliye’lerinin bulunduğu il ve ilçe’lerde, vâkıf ve vâkıfe’lerin Vakfiyye şartları müvacehesinde, Kürsî vaizi, hatip, imam, kurrâ, müezzin-kayyımların maaş’ları, mazbut ve mülhak vakıflardan karşılanmak üzere, Vakıflar Umum Müdürlüğü veya Vakıflar Bölge Müdürlüklerince ödeniyordu.

Bu vaziyet, 14 Mayıs 1950 tarihinde, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine kadar devam etti.

Bu dönem’den sonra, T.B.M.M.’sinde çıkarılan kadro kanunları ile, Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilen kadrolar, kadrosuz camii’lere tahsis edilmeye başlanmıştır.

1965 yılının Temmuz ayı ortalarında mer’iyyete alınan 633 Sayılı, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve Teşkilatlanma kanununa kadar, İstanbul’da ve taşra’da “Hademe-i Hayrattan” ba’zıları, mazbut ve mülhak vakıflardan maaş’larını almaya devam etmişlerdi.

Dersiamlık, istisnaî ve zata mahsus, kayd-ı hayat şartlı olduğundan, her devirde kadro ve diğer kanunlara bağlı olmaksızın, dersiamlar maaş’larını muntazaman almışlardır.

Süleyman Efendi Hazret’leri de Dersiam olduğu için, bilâ kayd-u şart, irtihal buyurduğu, 16 Eylül 1956 tarihine kadar, dersiamlık maaş’ını muntazaman almıştır.

GELELİM ŞU TEKKE İSTEME TALEBİNE:

Yalan, iftira ve buhtan neyse de, tarihî vaka’ları ve tarihleri tahrife ne demeli?

Süleyman Efendi Hazret’leri, Tezvîratçı-Müfterî’ye göre, Erbilî, Mehmed Esa’d Efendi’den, 1930 yılında kendisine İstanbul veya taşra’da bir tekke tahsis edilmesini istemiştir.

Mâvaka’ya bakalım, tekke, zaviye ve türbe’ler, 1925 yılında, Tekke, Zaviye ve Türbe’lerin Seddine dair kanunla ve tamamen kapatılmıştır. Tekke, zaviye ve türbelerin tamamen kapatılışının üzerinden beş yıl geçmişken, Süleyman Efendi Hazret’leri nasıl olmuş da Erbilî, Mehmed Esa’d Efendiden kendisine bir tekke tahsis edilmesini istemiş de reddedilmiş!...

Adam kafasına Süleyman Efendi Hazret’lerini i’tibarsızlaştırmayı kafasına koymuş, ne din, ne iman, ne vicdan, ne haya ne insanlık, hiçbir değere ehemmiyet vermiyor.

(1) 1930 yılında, Meclis-i  Meşâyih Reisi olduğunu iddia ettiğiniz, Mehmed Esa’d Erbilî, Türk Siyâsî Tarihine, “Menemen Olayı, Menemen Vaka’sı, Menemen Tertibi” olarak geçen vak’a ile alakalandırılarak, oğlu Mehmed Ali Erbilî ile birlikte İstanbul, Erenköyü’ndeki köşk’ten alınarak İzmir’e getirilmiş, Örfi İdare Mahkemesinde muhakeme edilmiş, oğlu ile birlikte idama mahkum edilmişken, oğlu asılarak idam edilmiş, kendisi, 83 yaşında olduğu için idam kararı müebbed hapse çevrilmiş,rahatsızlanınca Askerî,mevkî hastahanesine kaldırılmış ve burada vefat etmiştir. Üstad Necip Fazıl Merhum, “Büyük İslâm Mazlumları” adlı eserinde, Mehmed Esa’d ERBİLÎ’nin Askerî hastahane’de, enjeksiyon (iğne) ile zehir şırınga edilerek şehid edildiğini yazar.

(2) Burada, bir garabete bir iftiracı’nın anatomisine ve bir hakkın tecellisine işaret etmek isteriz. Şöyle ki, ba’zı grupların teselsülüne göre, Haldiyye Kolu’nun şeyh’lerinden olan, daha doğrusu, müteşeyyih’lerinden, Mehmed Esa’d Erbilî, 1875 yılında İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da bir müddet Beşirağa Dergahında, bir müddet Çarşıkapısı’ndaki Molla Pîrî Camii’nin müezzin odasında, bir müddet de, Beyazıd Camii’nin Meydana bakan bir odasında kaldıktan sonra, Meclis-i Meşâyih aza’lığına ta’yin edilir. Bu sırada kendisine tekke’lerden birinin şeyhliğinin verilmesini ısrarla talep eder. O sırada şeyhlik makamı boş bulunan, Şehremini, Odabaşında bulunan Kelâmî Dergahının şeyhliğine talip olur. Ne var ki, kendisi Nakşibendî, bu Dergahın şeyhliği Kâdirî meşâyihine aid olduğundan, bu talebi uygun görülmez, kabul edilmez. Fakat çareler tükenmezdi, bir çare bulunurdu. Bulundu da!

Bir formül bulunur, Esa’d Erbilî, Kâdirî şeyhi, Abdülhamid er-Rifkânî’den Kâdirî icazetnâmesi alarak ibraz eder. Edince de adı geçen Dergahın şeyhliğine ta’yin edilir.

Ver külahı al külahı ne fark eder ki, yıllarca Nakşibendî olduğunu iddia eden bir zat, tekke-Dergah şeyhliği aşkına, postnîşinlik aşkına bir günde Kâdirî şeyhi oluvermişti.