Bugünlerde, Çin’de, “CORONA” adı verilen ölümcül bir virüs baş gösterdi. Bu virüs’ün bütün dünya’ya sirayet etme ihtimali ve isti’dadı karşısında, başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere, bütün dünya devletleri olağanüstü tedbirlere başvurdular. Çin’de, virüsün zuhur ettiği şehirlerde, Türkiye çapında bir bölge karantina altına alınmış, buralara giriş ve çıkışlar yasaklanmıştır. Virüs, erken teşhis ve tedavî edilmezse mutlak ölüm sebebidir. Nitekim, Çin’de bu virüs sebebiyle ölenlerin sayısı hızla artmaktadır.

Bu görülen, daha doğrusu, mikroskop’larla tespit edilen, maddî ve zahirî virüs’ler, isabet ettiği, sirayet ettiği, kimseleri öldürür, onların fanî-dünyevî hayatlarını sonlandırır. Maksadım, Çin’de zuhur eden, baş gösteren ve bütün dünyayı tehdid eden bir virüs hakkında ahkâm kesmek, ukalalık taslamak değil… Çok basit ve herkesin idrak edebileceği bir misal ile, bu öldürücü, çok tehlikeli virüs’lerden çok daha öldürücü, tehlikeli ve ebedî hayatları mahv’eden, helake sebebiyet veren, ma’nevî  virüs’lere işaret etmektir. Günümüzde, Millî Eğitim Bakanlığı ve Y.Ö.K.(Yüksek Öğretim Kurumu)’na bağlı, din eğitim veren, İmam-Hatip Okullarında ve muhtelif üniversite’lere bağlı İlahiyat Fakülte’lerinde, hoca’lar, öğretim üye’leri, talebe’ye, Deizm, inkar, ilhad, irtidat ve zındıklık virüsü aşılamaktadırlar. Corona, Sars virüsleri gibi öldürücü virüs’lerden çok daha tehlikeli bu virüs’lerin isabet ettiği, sirayet ettiği nesillerin, dünyevî ve fanî hayatları değil ama, ebedî hayatları mahv olacak, ebedî hüsran ve helake ma’ruz kalacaklardır.

Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı, Lâdînî eğitim veren diğer orta dereceli okullarda, şimdilik böyle bir tehlike yok gibidir. Ancak, yarınlarda, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde, müftü, vaiz, Kur’an Kursu muallimi, imam-hatip, müezzin-kayyım olarak vazifelendirilmeleri beklenen, İmam-Hatip Okullarında, deizm, üst öğretim kurumları İlahiyat Fakülte’lerindeki talebe, inkar, ilhad, irtidat ve zındıklık mikrop’larına ma’ruz durumdadırlar.

Maksadımı daha iyi anlatabilmek için sizlere bir portre çizeceğim; “Bana cennet ayetleri geliyor. Bak oğlum diyor, öbür dünya’da Allah bizi nerede ağırlayacak, biliyor musun diyor. Altından ırmaklar akan cennet… Koltuklara kurulacağız, sırf muhabbet edeceğiz, sohbet edeceğiz, cennet, koltuk! Oysa şu anda bile ben koltuk’ta oturuyorum.” (Vakıa 16) “Koltuklara yaslanacaklar” “Bir de daha sıkıntılı bir şey var; “Altın bileziklerle süslenecekler, ipek elbise giyecekler. (İnsan 21, Fatır, 33) Allah aşkına! İpek elbise giy bir de altın bilezik tak, dışarı çık sana ne diyeceklerini ben söyleyim; G....(H.........) diyecekler. (video kaydına göre, kahkahalı gülüşme sesleri) Bizim tefsir çıkınca ben size epey malzeme aktaracağım.”

“(Yunus Suresi 10), Cennette gidecekler, görecekler, biribirlerine selam verecekler. Allah Allah, orada hiç şaka yapmayacaklar, latife olmayacak. Allah Allah, Selam! Bir de ciddî olacağız. Bu ne hâl, “ben ne yapayım cenneti, dedim ve Akademik hayata intibak ettim. İslâmiyât’da bir yazı yazdım; “Bu cennet Arab’ın cennetidir.”

“Kur’an vahyi’nin mahiyeti ve Haz.Peygamber’e hem lafız, hem ma’na mı, yoksa salt ma’na ve mefhum tarzında mı indirildiği mes’elesi de tartışmaya değer niteliktedir. Zira Kur’an’ın hem lafız, hem ma’na i’tibariyle inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtâl mes’ele’sinde kullanılan “politik dil”’in bizzat Allah’a aid olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahy’in salt ma’na ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu dilin Haz.Peygamber tarafından formüle edildiğini dolayısiyle, Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığı vahy’in ışığında konjoktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir ki, bize göre bu ikinci ihtimal daha ma’kul görünmektedir. Aksi takdirde, “Allah’ın ahlâkî’liği” mes’elesi gündeme gelir. “İslâm Kaynaklarında, geleneğini de ve günümüzde cihad, Cihad ayetleri; tefsir birikimine, İslâm geleneğine ve günümüze yansımaları”, (29 Mayıs Üniversitesi, Kuramer yayını, İstanbul 2016/Sahife, 174-199)...

“Kur’an’ın Mekke döneminde Ehl-i Kitap, özellikle de yahudî’ler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe Suresi,29. Ayette aynı zümre’nin, “Allahsızlar” diye nitelendirilmesi arasındaki uçurum, az çok anlaşılır hâle gelir. Kur’an’daki bu keskin uslûp ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lafzan Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren ayetlerin Haz.Peygamber’in zihnindeki genel ve küllî vahiy’den istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim.” (Aynı kitap S/201)

“Bize göre, Kur’an’daki lafızlar, Haz.Peygamber’in kendi diliyle Allah hakkında konuşmasıdır. Bilindiği gibi dil-lisan insanın duygu, düşünce idrak ve kültür dünyasından bağımsız değildir. Bu yüzden Haz.Peygamber’in kendi varlık tecrübesinden hareketle, Allah’ı gazap, rahmet, bed’dua gibi insan biçimci (tabîatı) sıfatlarla anlatması gayet tabi’î’dir. Ayrıca insanlık halleri ta’birinin de ifade ettiği gibi bir insanın hâlet-i ruhiyesi sabit ve stabil değil ahval ve şeraite göre değişkendir. Haliyle, Kur’an’da hem afvedici, bağışlayıcı olmaya yönelik teşviklerin hem de pek çok bed’du’a ve tel’in ifadesinin yer alması, hâşâ! Allah’ın ruh halindeki değişikliğin değil, Haz.Peygamber’in yaşadığı iyi kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir.” (Ankara Okulu Yayınları, 2016 S/226).

“M.Ahmed Halefullah, “el-Fennü’l-Kasesî fi’l- Kur’ani’lkerim,” başlıklı doktora tezinde Kur’an kıssalarını edebî açıdan incelemek suretiyle ba’zı kıssa’ların mitolojik (uydurma) karakterli olduğu sonucuna vardı. (Demitojisasyon ve Kur’an /S/77)

“Kur’an kıssa’larının mitolojik tema’lar içerdiği fikrinin mucidi kesinlikle Halefullah değildi. Çünkü daha önce aynı muhitte Muhammed Abduh da buna benzer şeyler söylemiş, hatta, Hind alt kıt’a’sında, Seyyid Ahmed Han, ve Muhammed İkbal gibi modernist düşünürler, bu konuda daha uç görüş ve düşünceler üretmişlerdi. Kısaca Halefullah’ın yaptığı şey, geçmişte mevcud olan bir görüşü açıkça telaffuz etmeyi denemekten ibarettir.” (Aynı eser S./78)

“Muhatapları kıssa’dan hissedar kılmak için ille de tarihin bir devrinde olmuş bitmiş bir hadise’yi anlatmak gerekmez. Dahası insanlar hiç bir tarihsel gerçekliği bulunmayan bir menkıbe, efsane ve mitoloji’den de pekâlâ, hissedar kılınabilir. Bizce bu nokta’da yapılacak en büyük yanlışlık Kur’an kıssa’larının tümünü birer tarihî hakikat veya tümünü kurgusal/mitolojik/fiktif/uydurma kapsamında mutala’a etmektir. (Aynı Makale sonuç bölümü)...

Yukarıda, tırnak içinde, çok büyük bir te’essür ve ıztırap ile verdiğim, görüş ve düşünceler, hüzüv ve hezeyanlar, tekzip, tahkir, istihza, ilhad, inkâr ihtiva eden sözde fikir ve görüşler, Dünya Kiliseler Birliği temsilcisi, herhangi bir kardinal’e aid değildir. Mon Tarikatına mensup, Avanjelist, sözde üst düzey bir hristiyan din adamına da aid değildir. İnsaflı, oryantalist, şarkıyatçı, müsteşrıkların, Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber’imiz hakkındaki görüşleri bellidir ve mümkün olduğunca isaflıdır. Dolayısıyla onların görüş ve fikirleri de değildir. Ruhunu satmış, hayatını hrıstiyanlığa adamış, ahir zaman decacilesinin en şeriri, deccal F.E.T.Ö.’ye ve “Dinlerarası Diyalog,” fitnesini müştereken, omuz omuza yürüttükleri, Cizvit papazlarına aid değildir.

Sarih ve net küfür, Küfrün alâ küfr, inkârun alâ inkar, ilhadün alâ ilhad, irtidadün alâ irtidat, bu sözde görüş ve düşünce kime aid olabilir?

Eski devir’lerde, mülhid, münkir ve mürted’ler, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakülte’sinden neş’et eder, diğer fakültelere giderdiler, Mülhid, mükir ve mürted çıkarmada, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi de yarışa girmiş, içinden çıkardığı, bir mülhid ve mükiri, diğer fakülte’lere göndermiştir.

Bir zamanlar, İstanbul’daki Eminönü, bir ilçe merkeziydi.Eminönü ilçe iken burasının sabık müftü’lerinden, Ali Yekta Sundu, Merhum’un torunu, Cumhurbaşkanı’nın her fırsatta elini öptüğü, Emin Saraç Efendi’nin mahdumları, Yekta Saraç’ın başında bulunduğu, Y.Ö.K.,(Yüksek Öğretim Kurumu) Yönetim Kurulu, bu zatı, terfîan, önce, Çukurova Üniversitesi, İlahiyat Fakültesine naklen ta’yin etmiş, bilahare, terfî üzerine terfîan, Türkiye’nin en  eski ve en büyük-Türkiye’nin ilk Yüksek İslâm Enstitüsü- İlahiyat Fakültesine,-Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi- ta’yin etmiştir.

Yakın bir gelecekte, bu zatı, dekan, Lisansüstü öğretim üyesi, ya da, Diyanet İşleri Başkanı olarak görürseniz asla şaşırmayınız. Zaman, Bekrî Mustafa’ların Ayasofya’ya imam oldukları zamandır...