İmam-Hatip Nesli’nin önemli isimlerinden, İstanbul İmam-Hatip Okulu ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü  me’zunu. Sabık, Diyanet İşleri Başkanlar’ından, Dr.Tayyar Altıkulaç, 1911 yılında neşrettiği, kendi hatıratını muhtevî, üç cild’lik, “ZORLUKLARI AŞARKEN,” adını verdiği, hacimli eserinin, üçüncü cildinde, 16.Bölüm, “DÎNÎ CEMAATLERLE İLİŞKİLERİMİZ,” bölümünde, 52 sahife’lik bir kısmı, Hazreti Üstazımıza, Camia’mız ve Cemaatimize ayırmıştır.

Bu satırların yazarı’nın isminin de sık sık, geçtiği, bu bölüm’de, Hazreti Üstazımız ve Camia’mızın bütünü hakkında, yersiz, haksız, iftira ve buhtan derecesinde ithamlar vardır. Hakkını yemeyelim, başkaları, “Ey iman edenler! Zannın pek çoğundan çekinin, çünkü zannın ba’zısı vebaldir, tecessüs’de de bulunmayınız,” (Hucurat  49/12) hükmü İlahî’ye aykırı olarak, zann-ı galib ile, hakîkatmış gibi, hüküm verirken, kendisi, ba’zı tespitlerde bulunuyor, fakat ihtiyatı da elden bırakmıyor.

İmam-Hatip Nesli, ısrarla, bu nesil ile, Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesi ve müntesipleri arasında, bir “MÜNAFERET,” (karşılıklı nefretleşme) olduğunu, söyleye gelmiştir. Bu nefretleşmenin sebebi olarak da, iki argüman ileri sürmektedirler.

1) Süleyman Efendi Hazretlerinin, talebesi ve müntesipleri, “İmam-Hatip neslinden olan, imamların arkasında namaz kılınmaz,” diyorlar ve bu imamların arkasında namaz kılmıyorlar.

2) Süleyman Efendi Hazret’lerinin, talebesi ve müntesipleri, İmam-Hatip Okullarına, İmam-Hatab, (odun İmam-Hatip Okulu), İmam-Hatip okulu me’zunlarına da, İmam-Hatab, (odun imam), diyorlar...

Bu gülünç ve gayr-i ciddî itham’lara verilecek cevaplar çok basit... Evveliyetle ifade edeyim,

Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebe’si arasında ve bu Camia içerisinde, eli kalem tutan, nadir şahsiyet’lerden birisiyim, 01 Ocak 1964 yılından beridir vaiz, emekli vaiz olarak, yurdumuzun muhtelif yerlerinde ve hala da camii kürsü’lerindeyim. Muhtelif zeminlerde, konferanslar veriyor, sohbetlerde bulunuyor, televizyon programlarına, açık oturumlara katılıyorum. Hiç bir yazımda, hiç bir konuşmam’da İmam-Hatip Nesline, bırakınız, İmam-Hatab, (odun imam) gibi, galiz benzetmeleri, en hafif bile olsa, hakaret ifade eden tek bir cümle dahî  kullanmamışımdır. Umumunda, Türk Eğitim Sistemini, hususunda, Cumhuriyet dönemi, din eğitimini, her cihetiyle tenkid etmişizdir, etmekteyiz ve gelecek’te de etmeye devam edeceğiz...

Gönlünüz ferah olsun! Sizleri, daha fazla merakta bırakmayacak, “İmam-Hatab,” cümlesini, ilk def’a, kim kullandı, nerede kullandı, niçin kullandı, bir bir, ifşa edeceğim, tafsilatıyla anlatacağım...

İmam-Hatip Neslinden olan imam’ların arkasında namaz kılmamak mes’elesine gelince:

Bu hususu, muhtelif vesiyle’lerle, def’atle anlattım, bir kerre daha burada ifade edeyim. Süleyman Efendi Hazret’lerinin talebesi ve müntesipleri, şüphesiz, Ehl-i Sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Ehl-i Sünnetin, alameti Fârika, esas umde’lerinden birisi, “Nahn-ü Nuasallî, halfe külli birrin ve facirin,” (Biz, her bir takva ehli ve facir (günahkâr) imamın arkasında namaz kılarız, o imama uyarız,) “Ve Nahn-ü, Nusallî, ala, külli birrin ve facirin,” (Biz, her bir ehl-i Takva’nın ve günahkâr’ın cenaze namazını kılarız.)

Şahsen, bendeniz, sadece, bunları söylemekle kalmıyor, günlük hayatımda da tatbik ediyorum. Ezan nerede okunuyorsa, bulunduğum yerdeki en yakın cami’e gider, imam’ın kim olduğuna bakmadan, kendisine uyar, namazımı kılarım. Ne var ki, aynı mesafe’de, birisi ehl-i Takva, diğeri, ehl-i bid’at iki imam varsa, elbetteki, ehl-i Takva olanını seçmek ve onun arkasında kılmak en tabi’î hakkımdır, sizlere de bunu tavsiye ederim.

Dr. Tayyar Altıkulaç, 15 Temmuz 1971 tarihinde Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na getirilmesinden i’tibaren, hem bu vazifesi sırasında, hem de daha sonra, yüklendiği, Din Eğitimi Umum Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Reisliği sırasında, Kur’an Kursları tüzüğü ve diğer ba’zı uygulamaları dolaysiyle, Gazete’lerimizde çok ağır eleştirilerimize ma’ruz idi. Zaman zaman, benim de hiç tasvip etmediğim tarz’da, köşe yazarlarımız tarafından hakarete bile ma’ruz kaldığı oluyordu. Diyanet İşleri Reisliği makamında, devrin, C.H.P. milletvekili tarafından şiddete ma’ruz kaldığında, müsbet gördüğümüz icraatında, yayınlarımızla, yanında yer aldık. Bu destekler vesiylesiyle, tarafından şahsıma hitaben, yazılan, mültefit, edibâne mektuplar, arşivimde mahfuzdur. Tabi’î ki, zaman zaman, mahkemeler ma’rifetiyle veya doğrudan tekzip yazıları, cevapları da aldığımız oluyordu. Ancak, bütün bunlar, kırgınlıklara, dargınlıklara götürmüyor, münasebetlerimizi yine de mücamele ile devam ettiriyorduk.

1981 yılının yaz aylarıydı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Temmuz ayı idi. Telefon etti. “Kırkpınar güreşlerini ta’kip için, Edirne’ye geçeceğim, vaktin müsaid ise, seni de alayım, beraber gidelim, hem güreşleri seyreder, hem de uzun uzun, dertleşiriz.” Kendisine teşekkür ettim, “Gazete’deki işlerimin kesafeti sebebiyle Edirne Seyahatine refakat edemeyeceğimi ve fakat dönüşünüzde, Gazete’yi teşrif etmeniz veya sizce de müsaid bir mekan’da, buluşur, dertleşiriz,” dedik mutabık kaldık. Dönüşünde, İstanbul-Taksim civarında, bir adres’te buluştuk. Burası, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün Misafirhane’siydi.

İkimizden başka, devrin İstanbul Müftüsü, Salahaddin Kaya ve yine devrin İstanbul Vakıflar Bölge Müdürü, Rıdvan Nizamoğlu vardı. Uzun uzun, Diyaneti, din eğitimini, diyanet Camia münasebetlerini konuştuk, dertleştik. Öğle vakti, abdest’ler alındı, namaza hazırlandık, kıyama durduk. Altıkulaç Bey, “Namazı, Akkoca Bey kıldırsın da, namazını tekrara mecbur kalmasın!,” dedi. Kendilerince, yıllardır, münaferete sebeb olan bir husus ima ediliyordu. Ben de “Nusallî, halfe Külli Birrin ve Facirin,” dedim. “Pek Âlâ! Burada bir ve facir kimlerdir?” dedi. Ben, Zât-ı Âlî’niz, devlette, bendeniz, matbuatta, bizlerin, “Bir,”ler’den olmamız, ihtimal dahilinde değildir. Aramızda “Bir,”lerden birisi varsa, şüphesiz, Salahaddin Kaya Hoca’mızdır. Onun imam olması daha muvafıktır,” dedim.

Görüşmeyi, devrin idarecisine, Beyağabey’e hikaye ettiğimde, yanında bulunan, naibi durumundaki emekli Vaiz, Hüseyin Kumaş Hoca’ya ta’limat verdiler. “Vazife yapmakta olduğun, şirketler grubunun bulunduğu, yere en yakın cami hangisi ise, öğle, ikindi, akşam, kış günlerinde yatsı namazlarını mutlaka o camii’de ve cemaatle, kılacaksın, imam her kim ise tereddütsüz, ona uyacaksın...”

Hüseyin Kumaş Hoca’mız, Amasya Vaizi iken istifa etmiş, bir taraftan, Merhum Büyüğümüze yardımcı olurken, diğer taraftan, bir şirketler grubunda idarecilik yapmakta idi. Şirketler Grubunun Merkezi, İstanbul-Fatih’de, Çemberlitaş, Gazî Atik Ali Paşa Camii’nin yakınlarındaydı.

Kumaş Hoca, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını Gazî Atik Ali Paşa Camii’nde kılıyordu. Zamanla, Camii görevli’leri ve cami cemaatiyle tanıştı. Cami görevli’leri kendisinin müstafi vaiz olduğunu öğrenince zaman zaman, mihraba, zaman zaman da kürsî’ye da’vet ediyordular.

Devrin büyüğü, Hüseyin Kumaş Hoca’ya verdiği bu ta’limatı, ta’mim etmiş, her kim, nerede, bulunuyorsa, imamın kim olduğuna, hangi okuldan me’zun olduğuna, bakılmaksızın, namazını kılsın...

Ehl-i Sünnet akidesine en uygun yol da zaten bu yol değil midir!...