“Damadı Kemal Kacar Bey de 1950 yılından bu yana Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak   eğitim ve öğretimini başarıyla sürdüren imam-hatip okullarına karşı çıkmıştır.”

“Sonuç olarak himayesine alarak “Rabıta,” sistemine dayalı olarak yetiştirdiği hiçbir talebe’yi İmam-Hatip okullarına göndermemiştir.”

Süleyman Efendi Hazret’lerinin ve talebe’sinin, İmam-Hatip okullarına karşı mesafeli davrandıkları bir gerçektir. Geçmişteki acı tecrübe’ler göstermiştir ki, eğitim ve öğretimi, lâdinî, inkarcı ve Darvinizm esaslarına bina eden, Hasan Âlî Yücel, İsmail Hakkı Tonguç ve diğer mülhid ve münkirlerin oluşturduğu, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bu okullardan, mü’min, takva sahibi, liyakat ve ehliyet sahibi din hizmetli’lerinin yetişmeyeceği-yetiştirilemeyeceği, her tür münakaşanın üstünde bir hakikattir.

1950’li yılların başlarında açılan imam-hatip okullarının ilk örnekleri, 03 Mart 1924’de kapatılan medrese’lerin tevlid ettiği boşluğu doldurmak üzere, 1930’lu, 1940’lı yıllarda açılan imam-hatip  Kurslarıdır. Bu kurslarda sözde din eğitimi, lâdinî esaslar üzerine oturtulmuştu. Bu kurslarda ders veren hoca’lar aynı zamanda Köy Enstitü’lerinde ders veren hocalardı. Bu sözde din eğitimi veren bu kurslardan me’zun olanlar, Marxsist, Leninist ve Stalinist zihniyyetinde birer materyalist olmuşlardı.

İstanbul-Çatalca’da vazife yaptığım yıllarda, İmam-Hatip Kurslarından me’zun, birisi, Çatalca’lı, Ali Paşa Camii’nin imamıydı. Camii’n hiç cemaati yoktu. Filhakika, 1960’lı yılların ilk yarısında, Çatalca’nın merkez ilçe nüfusu, takribî, 4.500 kadardı. İlçe merkezinde, üç cami vardı. Ferhat Paşa Camii, Çatalca’lı Ali Paşa Camii ve Kaleiçi Camii. İlçe Merkezinde Cum’a namazları her camii’de on-onbeş kişiyle kılınırdı. Cum’a cemaatinin çoğu civar köylerden gelenlerden oluşurdu. İlçe  Merkezinde, aradan geçen bunca yıla rağmen, hala isimlerini ve mesleklerini hatırladığım 7 kişi beş vakit namaz kılardı. Fırıncı Osman Efendi, (Rizeli) onun fırınında kürekçi olarak çalışan, Patriyot, İrfan Efendi, Manifaturacı, Ali Taşkın, Bakkal Rauf, Marangoz, İlhami ve  börekçi Arnavut kardeşler...

Hiç cemaati olmayan Çatalcalı Ali Paşa Camii’nin imamı olan Leninist, Stalinist, zat, devrin, T.Ö.S.’lü, (Türkiye Öğretmenler Sendikasına) mensup öğretmenlerle birlikte kortejin en önünde elinde, Marks’ın, Lenin ve Stalin’in resimleri, porte’leri olduğu halde her yürüyüşe katılırdı. Bu acı tecrübe’lerin ışığında, yalnız Süleyman Efendi Hazret’leri değil, devrin bütün, dersiamları, müderrisleri, ehl-i Sünnet akidesine sahip, bütün uleması, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı, İmam-Hatip okullarına hep mesafeli kalmışlardır.

Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı, imam-hatip okullarının açıldığı yıllarda, ders müfredatı, % 80 matematik, fizik, kimya gibi kültürel derslerden %20 güya, mesleki derslerden oluşuyordu. Meslekî dersleri de, liyakat ve ehliyet sahibi meslek mensupları değil, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ta’yin ettiği çoğu tecrübesiz, yeni me’zun öğretmenler veriyordu.

Hatta, ba’zı okullara, hemen hemen, hepsi de 20’li yaşlarında eğitime devam eden ve yalnızca erkek talebe’den oluşan sınıflarına, yine 20’li yaşlarında bayan öğretmenler, bir meslek dersi olan, fıkıh derslerini okutması için ta’yin ediliyordu. Düşününüz, fıkıh öğretmeni hanım, gusül’den (boy abdestinden) bahs’ederken, büluğ çağını çoktan geçmiş, hınzır bir talebe, “Hocam, cünüplük ne demektir, insan ne zaman ve nasıl cünüp olurlar,” diye bir sual tevcih etse henüz 20’li yaşlarındaki bayan öğretmen nasıl cevap verecekti?...

İmam-Hatip Okullarının açılmasının üzerinden neredeyse 70 yıl geçmiş bulunuyor. Bu okullar hep tartışılmıştır. Zaman olmuş, okul ve talebe sayısı azaltılmış, zaman olmuş orta kısımları kapatılmış, zaman olmuş bu okullardan me’zun olanlar Yüksek Öğrenim’de herhangi bir programa kabul edilmemişlerdir.

Tartışmalar, tedbirler, hep kemiyetler üzerinde yoğunlaşmış, tedbir olarak, İmam-Hatip okul binalarının çoğaltılması ve kayıtlı talebe sayısının artırılması cihetine gidilmiş ve bunlarla iktifa edilmiştir.

Keyfiyet üzerinde hiç tartışma yapılmamıştır, hala da yapılmamaktadır. Hususî bir hoca’dan sürekli ve yeterli bir destek almadan, bu okullardan me’zun olan birisi, bırakınız, meslekî ders’leri, sarf, nahiv gibi alât, fıkıh, kelam, mantık, usûl-ü fıkıh ve usûl-ü hadis gibi Âlî ilimleri, asgarî Zarûrat-i Diniyye’lerini bile doğru dürüst öğrenemez.

Zaman, Süleyman Efendi Hazret’lerini ve onun gibi, basiretle çok ilerisini görenleri haklı çıkarmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam-Hatip okulu, daha önce Yüksek İslam Enstitü’leri ve şimdilerde, üniversal Yüksek dinî eğitim veren İlahiyat Fakülte’lerinden me’zun olanların, diplomalarına rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki hizmetler için layık ve ehil olmadıklarını tespit etti.

1978 yılında oluşturulan “Olgunlaştırma Dairesi,” çerçevesinde, daha önce liyakat ve ehliyete sahip olmadıkları halde, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde, müftü, vaiz, imam-hatip olarak ta’yin edilenler için, Memleketimizin muhtelif şehirlerinde, Diyanet Eğitim Merkez’leri açılmıştır.

Diyanet mensupları, kadro ve maaşlarını muhafaza ederek bu Eğitim Merkez’lerinde bir nev’i tam burslulukla dört yıl daha eğitim alıyorlardı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Yüksek İslam Enstitü’sü ve İlahiyat Fakültesi me’zunları için, ayrıca, dört yıllık eğitim ve öğretim müddetli Eğitim Merkez’leri açması, İMAM-Hatip okulları ve İlahiyat me’zunlarının, liyakat ve ehliyet kesbetmediklerinin en bariz delilidir.

Türkiye’nin en yetkili ağızıyla ifade edilmiştir ki, “17 yıldan beridir, pek çok sahada muvaffak olduk. Fakat, aynı başarıyı eğitim alanında gösteremedik. Din Eğitimi sahasındaki muvaffakiyet, genel eğitim alanındaki muvaffakıyetten çok daha azdır.

Dostumuz, Dr.Tayyar Altıkulaç Bey’in, “ZOLUKLARI AŞARKEN,” adlı hacimli Hatırat’ında anlattığı trajikomik bir vak’a vardır; Şöyle ki, Tayyar Altıkulaç Bey’in Diyanet İşleri Başkanı veya Başkan Yardımcısı olduğu yıllarda, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi me’zunu birisi, elinde, “Hâmil-i Kart yakînim’dir,” kartlarıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapısına dayanır. Büyük ve önemli illerimizden birisinin müftülüğüne taliptir. Deneme sadedinde, kendisine Kur’ân-ı Kerim’in en kısa suresi, “Kevser,” Suresini okuması istenir. Görülür ki, bırakınız, tecvid, tashih-i huruf kurallarını Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuma eğitimi almamış birisi bile, kulak dolma bilgilerle “KEVSER,”  Suresini kelime ve harf hatası olmadan okuyabilir. Ne var ki, İl Müftülüğüne talip kişi, “Kevser,” Suresini kelime ve harf hatalarıyla okumuştur.

Uzun istişare ve rica’lardan sonra kendisi, Anadolu topraklarında ilk üniversite’nin kurulduğu bir İli’mize Müftü yardımcısı olarak ta’yine razı edilir ve o İlimize müftü yardımcısı olarak ta’yin edilir.

Bu okullar zamanında Millî Eğitim Bakanlığı’na değil de Süleyman Efendi Hazret’lerinin ve diğer bütün ehl-i İlm’in tavsiyelerine uyularak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak açılmış olsaydı, zaman içinde sık sık dillendirildiği gibi, ilkokul’dan, Lisansüstü Eğitime kadar her dereceyi içinde barındıran bir Akademi’ye dönüştürülür. İlkokuldan i’tibaren, meslek dersleri ağırlıklı bir müfredat ile, orta kısmı, “Mekteb-i Eimme ve’L-Hutabâ,” yüksek kısmında, fıkıh, belagat, mantık, usûl-ü fıkıh, usûl-ü hadis gibi Âlî ilimler tedris ettirilir, Lisansüstünde de ilim dallarında ihtisaslaşma’ya gidilir. 

Diyanet Akademi’sinin kurulması için çok fırsatlar kaçırılmıştır. Fakat en azından gelecek nesillerimiz için hala geç kalınmış değildir.