SÜLEYMAN EFENDİ HAZRET’LERİ HAKKINDA, YALAN, İFTİRA VE BUHTAN’LARA CEVAPLAR!... (50)

Abone Ol

KUR’ÂN-I KERİM, BÜTÜN İLİMLERİN MENBA’I’DIR!... 

H) İslâmiyet’te öğüt vermek, marûf ile emir (güzeli iyilikleri emretmek), münkerden nehyetmek (çirkin olandan ve kötülüklerden sakındırmak), çok mühim bir vecibedir. Hele günah işlemeye devam eden kimselere içlerinden bir takım sâlih zevât’ın vaaz ve nasîhatta bulunmaları ise elzemdir. Acabâ, bunun hikmeti nedir? İşte bu hikmet aşağıda meâl-i Âlî’sini vereceğimiz şu âyet-i celîleden pek güzel anlaşılmaktadır: “İçlerinden bir topluluk; Allah’ın helâk edeceği yâhud şiddetli bir şekilde azab edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi (öğüt verenler) dediler ki; Rabbinize mazeret beyan edelim bir de sakınırlar ümidiyle (ümid veriyoruz).” (A’raf 7/164)

Evet... Yahudilerden bir tâife, sâhil ahâlî’sinden bulunuyorlardı. Bunlar Cumartesi gününün kendilerine mahsûs olan hürmetini ihlâl, günahlara cesaretle devam ediyorlardı. Allâhu Te’âlâ’nın helâ veya tazib edeceği bu âsî kavme neden vaaz edip duruyorsunuz?” diyenler bulunmuştu. Salih zevat da: “Rabbınıza karşı bir mazeret olsun diye vaaz ediyoruz, bununla beraber umulur ki onlar bununla uyanırlar, Hak’dan korkarlar, müstehak oldukları elîm âkibetten kurtururlar,” demişlerdi. İşte felah ve necâta aday olan da bu vaaz eden kimselerdi.

7- Hitâbet ve Mev’ize İlmi:

Şüphe yok ki, hitâbet de, mev’izeler de bir kısım usûle, bir takım kâidelere, esaslara dayanır. Bunlar başlı başına bir ilim mevzuu teşkil etmektedir. İşte bu ilimin de en bereketli istinâd-gâhı Kur’ân-ı Mübîn’dir.

Malûm olduğu üzere hitâbet, mev’ize, öteden beri milletler arasında cârî, anlatma ve aydınlatma   vasıtalarıdır. İleri gitmiş milletler arasında büyük hatîpler, vâizler yetişmiştir. Araplar arasında da câhiliyet zamanında bir takım hatîpler yetişmiş belîğâne nutukları irad etmekte bulunmuşlardır. Arapça’nın genişliği, Arapların fıtraten konuşma kabiliyetleri aralarında bi’l-Bedâhe kasîdeler tanzim, hitâbeler irad edebilecek kimselerin zuhuruna yardım etmişti. Fakat bilâhare Kur’an-ı Kerim nüzûle başlayıp da hikmet dolu âyetleri belâğat sâhasını süslemeye başlayınca fazîlet ve hakikat aleminde Lâhûtî bir güneş doğmuş artık bütün edebî eserler yüksek mev’izeler bedi’î hitâbeler birer kandil gibi sönük bir hâle gelmiş, artık yüksek hatîpler, edipler bu yeni nur kaynağından istifade ederek yazılarına, hitâbelerine başka bir letâfet, başka bir nezâhet ve akıcılık vermeye başlamışlardı.

Muhîtlerini irşada çalışmak isteyen vâizler de,bu feyz menbaının vade, vaîde, misaller ve ibretlere korkutma ve müjdelemeye haşir ve neşre, başlangıç ve sona, hisab ve kitaba, cennet ve cehenneme dâir olan âyetlerinden müstefid olarak mevizelerini müessir vecd-âver bir hale getirmeye muvaffak olmuşlardır. Bu mesud değişikliğin bir netîcesi olarak İslâm âleminde pek çok kudretli hatibler, vâizler yetişmiş, hitâbete, mev’ize’ye dâir binlerce eser telif edilmiştir.

Herhangi belîğ bir hitâbe, mü’essir bir mev’ize arasında birer münâsebetle irad edilen Kur’ân-ı Kerim âyetleri pek süslü levhaları bezeyen pırlanta ve elmaslar gibi, veya gök kubbesini aydınlatan mehtâblar gibi derhal kendisini gösterir, çevresinde bulunanlara başka bir tatlılık, başka bir parlaklık vererek kendi lâhûtî seçkinliğini muhafaza eder durur.

Furkan-ı Hakîm’in bir kısım âyetleri hitâbelerin en yüksek nümûnesini teşkil eder. Kur’ân-ı Mübîn’in bir kısım âyetleri o kadar latîf ruh-perver vecd vericidir ki, bunların güzellikleri yanında en nurlu sabahların latâfeti, en renkli şafakların dil-nîşin manzaraları, en sevimli çiçeklerin en câzip güzellikleri pek sönük, pek renksiz, pek solgun bir halde kalır. Yine, Kur’ân-ı Azîm’in bir nice hitâbeleri o kadar heybetli, o kadar dehşetli o kadar korkunçtur ki, bunların azametleri yanında denizlerin müthiş dalgaları, kasırgaların garîp gürültüleri pek sessiz, tesirsiz ehemmiyyetsiz bir halde kalır.

Hatîbü’l-Enbiyâ ünvanını hâiz bulunan (Bütün nebî’lerin en hatîbi) Şu’ayb Aleyhisselâm’ın kavmine irâd ettiği bir hitâbeyi ihtiva eden şu âyete dikkat etmeli ki, itikâdi, amelî, ahlâkî, içtimâî umdeleri ne kadar bedî, hakîmâne bir uslûb ile telkîn ediyor: “Medyene kardeşleri Şu’ayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim Allah’a kulluk ediniz, sizin için O’ndan başka Allah yoktur. Size Rabbınızdan bir beyyine-Açık bir hüccet- gelmiştir. Ölçeği terâziyi tam tutun, insanların eşyasını (haklarını) eksiltmeyin, yeryüzünü ıslahından sonra (tekrar) ifsad etmeyin, eğer bana inanır iseniz bu sizin için hayırlıdır. Bir de her caddede (nâs)’ı korkutarak ve Allah’a inananları Allah’ın yolundan men ile o yolun eğriliğini isteyerek oturmayınız, hatırlayınız ki, siz az kimseler iken sizi artırdı ve bakınız ki müfsidlerin sonu ne oldu? Eğer sizden bir tâife, kendisiyle gönderdiğim hakikate inanmış bir tâife de inanmamış ise Allâhu Te’âlâ aramızda hüküm edinceye kadar sabrediniz. O hâkimlerin hayırlısıdır.” (Araf 7/85)

Hak Te’âlâ’nın ve Resûl-i Ekrem’in davetlerine icâbbetin lüzûmu hakkında nazil olan şu mübârek âyetlerin ihtiva ettiği, hakikatleri ihtar eylediği müstakbel tehlikeleri de bir kere daha mülahaza etmeli ki, ne derece ibret verici ne kadar uyarıcıdır.” “Ey mü’minler! Sizi diriltecek (Yaşatacak) bir şey’e davet ettiği zaman Allah’a ve Resûlü’ne icâbet ediniz ve biliniz ki, Allâhu Te’âlâ muhakkak kişi ile kalbi arasına hâil olur; (O’na kendisinden de, kalbinden de daha yakın olup dilediğini hükmedebilir.) ve elbette ona haşrolunacaksınızdır. Ve öyle bir fitneden sakınınız ki, sizden yalnız zulmetmiş olanlara dokunmakla kalmaz; (Belki hepinize birden dokunur.) ve biliniz ki, Hak Te’âlâ’nın ukûbeti (azabı) muhakkak pek şiddetlidir. O zamanı da hatırlayınız ki, siz pek az idiniz, yeryüzünde zayıf (âciz) sayılırsınız nâsın sizi çarpıp tepelemesinden korkuyordunuz. Derken sizi barındırdı, (Medine’ye hicretle selâmete çıkardı) ve sizi yardımı ile teyîd etti ve sizi temiz (Helâl) şeyler ile  rızıklandırdı; Tâki, şükredesiniz.” (Enfal 8/24, 25)

8- Ahlâk İlmi:

Kur’ân-ı Mübîn’in pek çok âyetleri, ahlâkî esasların düstûrların en mükemmellerini ihtiva etmektedir. İnsanlara vazifenin kudsiyetini hakkın korunması lüzûmunu, hayatın gâyesini yüksek hayırın neden ibaret olduğunu en güzel ve hakikî bir tarzda gösteren Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu kudsî kitabın gösterdiği ahlâk yollarından daha mükemmel hiçbir ahlâkî meslek, müessese bulunmaz. Binaenaleyh, ahlâk ilminin de birinci istinâtgâhı şüphe yok ki, Kur’ân-ı Mu’ciz-Beyân’dır. Acabâ, “Muhakkak ki Allah adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl 16/90) âyet-i Celîle’sinden daha cemiyetli bir ahlâk düsturu bulunabilir mi?” (Resûlüm!) Sen afv yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf 7/199) Nazm-ı Celîl’indeki ahlâk tavsiyelerinden daha faydalı ne tasavvur olunabilir? Yaratılışın abes yere olmadığını gösteren, “İnsan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyâmet 75/36) Nazm-ı Celîl’i ne kadar düşünülse az değil midir? Doğru sözlü, doğru özlü olmanın lüzûmunu yalancılığın, seviyesizliğin kötülüğünü gösteren, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (Saf 61/2, 3) Âyet-i Celîle’nin dehşetli ihtarı karşısında insanlar titremeli değil midir? İşte, Kur’ân-ı Azîm, daha böyle nice ahlâk esaslarını, kâide’lerini, tavsiye’lerini emirlerini câmi’ bulunmaktadır...