Tanrı’nın selamını bu sefer Türkistan’dan yükledim kuşların kanadına. Mektubu bitirip, “gönder” tuşuna bastığımda, saniyesinde e-posta adresine ulaşacak ama sen yine de kuşları bekle. Sonrasında sen de bir selam yolla demode ruhlarımıza. 

Şaşırırsın, buraya geldiğimden beri ‘şu kadar gün oldu’ diyemiyorum şıp diye. Zaman farklı işliyor. Bazı vakitler, yirmi dört saatin içindeki her bir saate, gizliden yirmi dört daha eklemişler gibi yaşanıyor; bazen de, gün bitmeden ay bitivermiş oluyor… Zaman ne ara hızlanıyor, ne ara yavaşlıyor anlayamıyorum. İnsanı yıpratıyor. Şu an olduğun yerde takvim iki binli yıllarda işaretli. Burada ise sene bin dokuz yüz elli. İnsanı eskittikçe, eksiltiyor…

Doğrusunu söylemem lazım, beklemiyordum böyle bir şehri. Küçük, küçücük. Koca Türkistan haşmetli. Adıyla adlanan şehirse yetim bir çocuk gibi. İçim acıyor, kabullenemiyorum. Yesi diyorum buranın adı! Yesi! Türkistan nasıl hapsolur minik bir şehre! Her seferinde isyan ediyorum ve her isyanımdan sonra, teselliyi –küçük de olsa- dünya üzerindeki bir yerin ‘resmi olarak’ Türkistan diye anılmasında buluyorum…                                                         Burada kendimle kavga ediyorum hep. “Ne ifratta, ne tefritte” diyorum sürekli kendi kendime. Alıyorum benliğimi karşıma, ikna etmek için uğraşıyorum. “Normal olana meylet” diyorum. “Uzak ol aşırılıklardan!” Fakat mümkün olmuyor. Herkes gibi(!) yaşamaya gayret ettikçe, başıma gelen acayiplikler silsilesi uzayıp gidiyor.

Dün ne oldu biliyor musun? Tabanlarım acıyana kadar yürüdükten sonra, bir bahçe duvarının üzerine oturdum. Bahçenin içindeki koca elmanın gölgesi vuruyordu oturduğum yere. “Bu memlekette gölgede de serinlemek mümkün değil. Biraz esiverse ne olurdu sanki!” diye söylenmek istedim ama susuzluktan dilim damağıma öyle bir yapışmış ki, sadece “yandım” diyebildim… Çaresizce omuzlarımı düşürüp, “haydi tabana kuvvet!” diyecekken, birinin seslendiğini işittim; “susadınız mı küçük hanım?”* Orta yaşlı, iyi giyinimli bir adamdı seslenen. Elinde de bir tas su… Küçükken deli gibi izlediğimiz Erkan Yolaç’ın “emme basma tulumba” tarifi gibi salladım başımı yukarıdan aşağıya. “Çok yürüdüm” diyebildim zar zor. “Bu sıcakta neden bu kadar yürüdün” diye sordu adam suyu uzatırken. Kana kana içip kalan suyla yüzümü gözümü ıslattıktan sonra, “çünkü yürümeyi çok severim” dedim. Gülümsedim. Gülümsedi. “Belki de hatırlaman, anlaman ve anlatman gereken şeyler vardır” dedi. Anlamsız bakışlarıma aldırış etmeden konuşmaya devam etti…“Bugün muharrem ayının onuncu günü. Uzun seneler evvel bugün, ateşten bir şemsiyeyi andıran göğün altında susuzluktan kıvrandı insanlar. Neredeyse yanı başlarında olan Fırat, içleri yanan onca insana suyundan ulaştıramadığı için utandı da; bu duruma sebep olanların yüzleri bir an olsun kızarmadı! Adaleti aramak için yollara düşen, kızgın kumları adımlamaktan ayakları dağlanan bir kafile insan evvela ihanetle tanış oldular. Sonra susuzlukla imtihan edildiler. En sonunda da zalim bir cinayete kurban gittiler… Ölmekle bitmedi hikâyeleri. Hainler, gariplerin başlarını bedenlerine çok gördüler! Ben her muharrem ayında bu olaya içlenir, ölenlerin yasını tutarım…” Anlattıkları zihnimde yankılandı durdu bir süre. İşitmiştim bu hikâyeyi daha önce. Fakat ilk anda dilimin esaretinden kurtaramadım büyük bir zulme mekân olan yerin üç hecelik adını… “Ker be la. Kerbela! Hatırladım!” Gülümsedi, “belki de bununla ilgili bir şeyler yazarsın” dedi. “Yazıp yazıp sildiklerinden değil ama. Başkalarının da okuyacağı yazılardan…” O an bu söyleneni zerre önemsemedim. Usulca süzüldüm bahçe duvarından yere doğru. Su için teşekkür edip, yoluma devam ettim. Eve geldikten sonra acı acı yankı yaptı kulaklarımda adamın son söyledikleri. “Belki de bununla ilgili yazarsın… Başkalarının da okuyacağı yazılar… Yazıp yazıp sildiklerinden değil ama…”

Gözlerimin faltaşı gibi açılmasıyla, evden koşar adım çıkmam bir oldu. Gerisin geri gittim, bahçeye daldım, evin yanına vardım… Üç kere yumrukladım kapıyı. Dördüncüye gerek kalmadan içeriden yaşlı bir teyze çıktı. Su veren adamdan bahsettim teyzeye. “Çağırır mısınız lütfen, bir şey sormak istiyorum ona” dedim. Teyze, evde bahsettiğim gibi birinin yaşamadığını, evi karıştırmış olabileceğimi, alt sokakta tıpa tıp benzer başka bir ev olduğunu söyledi. Fakat beni ikna edemedi. Emindim çünkü o evden. Hâlâ eminim. Karıştırmıyorum… Çaresizce alt sokaktaki eve gittim ama. Orada elma ağacı yok…                                                   

Bu olanları izahta zorlanıyorum. Görmeyi düşlediğimiz Hızır ata idi belki bana su veren. Belki de tüm bunları kafamdan uydurdum. Bilmiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir şeyi bilmemekten ilk defa keyif alıyorum…