Her konuda olduğu gibi Kıbrıs konusunda da konuşmayı lüzumsuz kılan hatâlı bir teşhis ve tesbitle karşılaşıyoruz.

 

Siz "Statükoculara göre" diyerek söze başlıyorsanız. Yani karşı tarafı sâbit, durağan, değişmez katı fikirlere sahip kişilikle itham ederek, töhmette bulunarak söze giriyorsanız..

 

Bilelim ki söze bu şekilde başlamanın inanın artık hiçbir yararı yoktur. Çünkü karşı tarafın ne söylerse söylesin dediklerini hükme bağlamış oluyor.. Söyledikleri fikir ve görüşlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığını belirtmiş oluyorsunuz.

 

O zaman muhatabı/konuştuğunuz kimseyi, karşınıza almanızın hiç mânâsı kalmıyor. Orda oluşu değersizleşiyor. Öyleyse siz tek başınıza ne söyleyecekseniz söyleyin. Madem ki fikir ve görüş ancak benim söylediğimdir. Başka görüşler donmuştur, tutarsızdır, yersizdir demek istiyorsunuz .

 

*

 

Oysa karşılıklı konuşmalarda iki taraf da sloganlaşmayı ağızlarına almamalı. Birbirlerini, daha baştan reddeder bir pozisyona/duruma düşmemelidirler.

 

İki taraf da konuşmalı. Fikre fikirle karşı çıkıp cevap vermeli. Bunu da münakaşa şekline asla sokmamalı.

 

Çünkü kimse kimsenin kalbine zorla giremez. Kalbine zorla hükmedemez. Kalbine fikirlerini zorla sokamaz. Öyleyse karşı tarafın fikrî hâkimiyetine gireceği, yersiz endîşeleri bir tarafa bırakmalı. Rahat olmalı.

 

İki taraf da akla kapı açmalı, ihtiyarı/isteği kabul edip etmemeyi serbest bırakmalı. Sonucu tabii ve doğal karşılamalı.

 

Konuşması biten susmayı tercih etmeli. Asla kabul ettirmek için baskıya kalkışmamalı. İcbar etmemeli. Yani karşı tarafı zorlamamalı. Sadece sözleriyle ikna etmeye ve inandırmaya çalışmalı.

 

Kabul görüp görmemeyi, iki taraf da içine sindirmeli. İlle de bu böyledir diye birbirini sıkıştırmamalı. Birbirini yekdiğerine mesele yapmamalı. Sorun hâline getirmemeli.

 

Eğer konuşmamız, karşı tarafta etkili olursa ne âlâ Zaten karşı taraf ayrıca sormak ihtiyacını hissedecektir. Bu yapılmadığı takdirde, ille de bu böyledir şeklinde bir inatlaşmaya asla kapı açmamalıdır.

 

Masaya dostça oturup dostça kalkmayı bilmeli. El sıkışarak ayrılmayı yeğlemeli. Tekrar karşılaşacağımız mümkün olan kişiler karşısında sonradan mahçup olacak duruma kendimizi düşürmemeliyiz. Kısaca karşılıklı konuşmanın âdâp ve erkânına riyetkâr olup uymalıyız.

 

*

 

İnançta bile kesin olarak inanılması gerekenler var. Sayıları sabittir. Ne eksilir ne artar. Onlara itiraz edilmez, reddedilmez. Hafife alınmaz. Hakkında münakaşa edilmez. Üstünde şek ve şüphe bulutları dolaşamaz. Çünkü onlar inancın olmazsa olmazlarıdır. İnancın şartları gibi ki bunlara asıl, esas ve temel denir.

 

Bir de inançların teferruat/ayrıntılar dediğimiz tarafları vardır ki, onun durumu farklıdır. Onlar hakkında konuşurken kendimizi daha rahat hisseder; onları konuşurken pek mahzur görmez yâni çekingen davranmayız.

 

İşte dış politika da böyledir. Her devletin olmazsa olmazları vardır. Şimdilerde buna kırmızı çizgiler deniyor. Kimse onlara rağmen bir anlaşmaya, bir uzlaşmaya gidemez. Giderse bu kendi varlığını, varoluş keyfiyetini dinamitlemek olur. Bindiği dalı kesmek olur. Kısaca intihar olur.

 

*

 

Gelelim Kıbrıs meselesine. Denilecek ki bu bakış ve yorum anlayışıyla bir yere varamayız! Netice alamayız! Doğru alamayız! Ama ne zaman alamayız. Karşı tarafın kırmızı çizgilerini kâle almaz. Onlara saygılı davranmazsak tabii ki sonuç alamayız.

 

Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti, körü körüne dayatıcı bir devlet değildir. Yunanistan'ın ve Kıbrıs'ın kırmızı çizgilerini kabul ediyor. Onları çiğnemiyor, çiğnemek istemiyor.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Kıbrıslı Rumların varlığını reddetmiyor. Kabul ediyor. Tanıyor. Ama sen de beni yâni Türklerin varlığını, ayrı bir unsur olarak tanı diyor.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Kıbrıs yani GKRY'ni tanımayacak değil. Ama onların da KKTC'ni tanımaları şartiyle tanımayacak değil.

 

Türkiye; Rum ordusunu Kıbrıs'ta görmek istemiyor değil. Lâkin onların da Türk ordusunu tanımaları şartiyle.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; GKRY'ni tanır. Ama bir şartla; kendisi gibi Rumların da Türklerin varlığını tanımasını istiyor.

 

Ayrı diliyle, farklı diniyle, başka millet oluşuyla kabullenmesini istiyor.

 

Tanımayı tanınmasına bağlıyor.

 

Ben senin kırmızı çizgilerini kabule hazırım.. Ama sen de benim kırmızı çizgilerimi tanımalısın diyor.

 

Fakat Avrupa'nın tek yönlü siyaseti, yanlı tutumları; Rumların sertleşmesine sebebiyet veriyor.

 

*

 

Demek ki asıl statükoculuğu Rumlar yapıyor. AB yapıyor. ABD yapıyor. Rumların hâmileri, onları himaye eden Yunanlılar yapıyor.  Her ikisini de, tam bir taassupla/körükörüne kollayıp gözeten AB ve ABD yapıyor.

 

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti; kendine istediği herşeyi Rumlar için de istiyor. Kendisi için istemediği herşeyi Rumlar için de istemiyor.

 

Rumlar, Yunanistan, AB ve ABD ise Rumlar için istediklerini; Kıbrıs Türkleri için de istiyor değiller.

 

Aynı AB ve ABD; Rumlar için istemediklerini; Kıbrıs Türkleri için de istemiyor değiller.

 

Böyle gecenin hayır umulur mu seherinden?

 

Şimdi bu durum karşısında sormak gerek:

 

 

Kim statükocu kim dayatmacı

 

Kimlerden kaynaklanıyor bu acı

 

 

Tüm dünya çöreklenmişken Türkün başına

 

Zehir katmak için ekmeğine aşına

 

 

Acılardan pek acı geliyor şimdi bana

 

Yanında hafifliyor duyduğum kin düşmana

 

 

Kendi aydınımın Türkü itham eden sözü

 

Mes'elenin başka değil işte asıl özü