RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ

Oyunculuğuyla kendini severek izlediğim, yazdığı kitaplara çeşitli hayal dünyasında kaybolduğum, güzel sohbetiyle bilgilendiğim bir insan... Aynı zamanda gençlerimiz için ideal bir eğitmen... Okuyarak öğreniyor, yazarak öğreniyor, öğreterek öğreniyor ve hayat yolculuğundaki öğrenciliği hiç elden bırakmıyor.

* Kalbi ağrımayan insanları düşünmeyiz artık, onları hissederiz. Olsaydı bir kalpleri, ağrırdı mutlaka deriz. Sanırım bu sebeple, ben sevindiğimde de, üzüldüğümde de, “Ah kalbim” derim hep...

* Dünyadaki en büyük günah, sevgisiz yaşamak bence; bir sevdiğin varken onun tarafından sevilmemek veya onu nasıl sevdiğini ondan saklamak. Hem de tüm dünyaya ilan ederken bunu.

* Sonra bir zaman geldi, içinde neden olduğumu bile bilmediğim şu dünyada kendimi fark ettim. Gülme, dünya kendini fark edemeyenlerle dopdolu.

Sevinç Hanım, 25 senelik oyunculuğunuzun yanı sıra eğitmenlik, yazarlık gibi birçok konuda sizi tanıyoruz. Sanatçı kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiniz. Sanatla, oyunculukla iç içe büyümeniz içinizdeki tutkuyu ateşlemiş olabilir mi?

- Yüzde bir milyar... Elbette! İnsan neyin içine doğarsa, özel olarak bir baskı yoksa, içinde doğduğu şeyle benim şuan içinde yapmakta olduğum çok kollu, çok dallı, pek çok şeyle hemhal olan bir meslek, eğlenceli, sürekli kılık değiştirme üzerine kurulu olunca çok büyük bir katkısı oluyor. Çünkü çok renkli bir dünya.

- Hele bir çocuk için.

- Tabi, özellikle bir çocuk gözüyle kostümler, makyajlar... Annesinin rujunu kıran çocuklar azar işitiyor, oyuncu annesinin rujunu kıran çocuğa, oyuncu annesi ‘Bu oyuncu olacak’ diyor. İkisinin arasındaki fark.

Kısa bir zaman önce ikinci kitabınız ‘Artık Aranmayanlar Gezegeni’ çıktı. Masanızın başına geçip, elinize kalemi ne zaman aldınız?

- 2013 yazında aldım, ama bu bir kitap olsun diye elime kalemi almadım. Bu arada elime kalem almadım, bilgisayarımı açtım (gülerek). Ben kalemle notlar alıyorum. Not defterini açtım, bilgisayarı açtım ve küçük küçük hikayeler yazmaya başladım. Aslında bu hikayeler en başta birbirinden bağımsız olduğunu zannettiğim hikayelerdi, fakat 2018’e kadar yazdığım, sildiğim, tekrar yazdığım, kaybettiğim, bilgisayarım çöktü filan...

- Baya zorlu bir süreç geçmiş...

- Yo, aslında her şey akışında güzel. Bilgisayarda 16 bölüm kaybolunca tekrar ondan kalanları yazdım. Belki bu iyi bir şey, çünkü insanın kendi yazdıklarına bir mesafe koyabilmesi gerekiyor ve onları sanki başkasının yazdığı bir metinmiş gibi değerlendirebilmesi için araya zaman denen sihirbazın girmesi gerekiyor. Ben de otomatik olarak girdi, çünkü kayboldular. Dolayısıyla ben de kalan tortuyu yazdım. Sonra bir kitap olabileceği fikri gelişince de yazmakta çok zorlandığım başka bir süreç başladı, çünkü birilerinin okuyacak olması hissi, bu bilgi daha doğrusu benim yazma edimime ket vurdu. Yani, başka tür bir estetik kaygı devreye girdi. Çok manasız! Bir süre de onunla cebelleştim. Sonra kendi kendime telkin yöntemiyle ‘Peki, bir dakika ya, sadece kendine yazdığını düşünebilir misin yeniden, kendine notlar diye düşünebilir misin?’ dediğimde tekrar akış başladı.

Ekranlardayken de yazmaya karşı bir eğiminiz vardı o zaman?

- Daha çok okuyorum. Çok sevdiğim edebiyatçılar var. Döne döne okuduklarım var.

- Hangi kitaplar onlar, başucu kitaplarınız?

-  Çok fazla... Başucumda sadece Murakami var. Onun dışında sadece o an okuduğum kitap oluyor. Stefano D’Anna’nın Tanrılar Okulu kitabı başucu kitabımdır. Çok severek okurum. Siddhartha, Kuşun Asker, Mutlu Prens, Küçük Prens, Küçük Kara Balık, başucu kitaplarımdandır. Bir Behrengi hayranıyım. Murathan Mungan çok çok sevdiğim bir yazardır. Genç Çağdaş Öykücüler, Romancılarla çok çok yakınım. Hakan Günday, Alper Canıgüz, Murat Menteş, Bahadır Cüneyt Yalçın, Şebnem İşigüzel, Mahir Ünsal Eriş, Berrak Yurdakul bunlar çok okuduklarımdır.

- Böyle kitapların altını çizen yazarlardan mısınız?

- Çizerim, yazarım. Kitapların yanlarına notlar yazarak okurum. Bir de bir kitap defterim var. En sevdiklerimi de kota olarak o kitap defterine el yazısıyla aktarırım. Altını çizdiklerimi de kategorize ediyorum. Kalpliler var, üç yıldızlılar, ünlem işaretli olanlar var. Onları da böyle defterlere küçük küçük kayıtlar halinde geçiririm.

- Ne güzel! Elinizden hiç kalemi bırakmamışsınız. İçinizde yazarken aynı zamanda bir okuma aşkı da var...

- Bence benimsediğim bütün yazarlar önce okuma edimi olan insanlar, iyi bir okurlar.

- İyi bir okurdan ancak iyi bir yazar olur diyorsunuz?

- Evet, her şey kendi plastiğinde, kendi tezatlığında – okumak yazmak tezat değil de, karşısında duruyor. Karşı ülkesi, nehrin öbür tarafı- ilerliyor. İyi bir oyuncu olmanın yolunun, iyi bir seyircilikten geçtiğine inanıyorum. Dolayısıyla yazma dinamiği böyle bir şey, önce çok iyi bir okur olacaksın ki, yarattığın ve beyaz sayfayı doldurduğun kelimelerin daha önce birileri tarafından yazılıp yazılmadığını biliyor ol.

- Zaten söz büyüdür derler.

- Biz ona şey deriz, oyunculukta da bir şey gelir bir yönetmenin aklına o iyi bir izleyici değilse devamı gelmez. Sanat birbirine sürekli öykülenen bir disiplin üzerine kuruludur elbette. Dünyada 7 tane kavram var. Sadece Shakespeare oyun yazmıyor. Tamam, ama iyi oyunculuğun yolu iyi seyircilikten, iyi yazmanın yolu da iyi okumaktan geçer. Başka türlüsü mümkün olabilir mi?

Biraz da yeni kitabınızın ana temasından bahsedelim. Daha çok roman tarzında mı, birbirinden farklı hikayeler türünde mi?

- Kitap bir roman, ama istersen birbirinden bağımsız hikayeler şeklinde de okuyabiliyorsun, çünkü kitap bir gezegende, artık insan formunun olmadığı bir gezegende, objelerin yaşadığı bir gezegende geçiyor. Yani bugünki insana göre canı kanı olmayan objelerin -ki böyle olduğunu düşünmüyorum- yaşadığı bir gezegende bin yıllar önce yaşamış insan formlarının günlüklerini bulmuşlar. Arkeolojik kazı yapmış objeler (gülerek). Ve bir müze var; artık aranmayanlar müzesi. Orada da insanların tuttuğu günlükler duvarlara projekte edilmiş şekilde iki obje, bunları okuyarak geziyor, okurla birlikte.

- İki okurumuz var, yani anlatıcımız.

- Bir tane anlatıcımız var diyebiliriz öykü kurgusunun içinde. Bir tane yeni gelenim var, bir de orada onu karşılayan, orada uzun zamandır varlık gösteren bir obje var. O ona rehberlik yapıyor roman boyunca.

Kitabınızın adı ‘Artık Aranmayanlar Gezegeni’ bu ismi koymanızın, kitabın içinde gizlediğiniz özel bir nedeni var mı?

- Özel bir nedeni yok. Kitabın ismi ilk başta lezzetsiz balıklar gecesi olacaktı. Bu kitabın içindeki bölümlerden birinin adıydı, çünkü ben bunun birebir bir öykü kitabı olacağını düşünüyordum. Fakat bir gün, bu hikayeler kendi içinde birleşmeye başlayınca, çünkü dünyada ve ülkede olan olaylara herkes kendi penceresinden ve kendi perspektifinden başka günlükler tutmuşlar gibi bir yere doğru kendi kendini dönüştürdü kitap benden bağımsız olarak. Ve o zaman bu bütünü kavrayan ismin içindeki bir tek öykü değil, başka bir öykünün adıydı Artık Aranmayanlar Gezegeni, ama onunla başlatıp bir müze seyahati yaptırmaya karar verdiğim an, otomatikman kitabın içindeki kahramanlar kitabın ismini de benden bağımsız değiştirdiler.

- Bu Aranmayanlar kim peki?

- Her şey. Bu aranmayanlar somut olarak aslında şöyle, ama sonra buradan dallanıp budaklanıyor: Bir şeyler kaybediyoruz bu materyalist dünyada, bir sürü objemiz var, bir sürü malımız var, elle tutulabilir şeylerimiz var. Ve bunların hepsi bir bütün. İşte, şu bardak gibi, küpelerim gibi, yüzüğüm gibi... Bunlar eksiliyor bir şekilde. Kullanımdaki haşinlikle veya sarsaklıkla, savrukla... İşte kopuyorlar, kırılıyorlar, eziliyorlar, eskiyorlar, kayboluyorlar... Çamaşır makinesinde kaybolan çorap tekleri gibi, on çift çorap sokuyorsun, dokuz buçuk çift geliyor. Bir yere gidiyor o çorap ya da işte bir gün bir kolyenin bir parçasının kaybolduğunu görüyorsun ve artık onu bulabilmene imkan yok. Arıyorsun ve yok. Onu nerede kaybettiğini bu şekilde bulabilmen imkansız. Bunların hepsinin gittiği bir yer olduğunu düşündüm. Bu eksikler bir zamanlar bir bütünü oluşturan, ama tek başlarına baktığında ne olduğunu anlayamadığın eksikler, yeni yaşamlarına orada başlıyorlar ve hepsi eksik, hepsi yarım, hepsi kırık...

- Zaten yarım kalmış şeyleri daha çok sevdiğinizi söylemişsiniz bir söyleşinizde. Nokta koymayı sevmediğinizi...

- Öyle bir kitap düşüm var ve bunu Melisa Kesmez, çok sevdiğim bir genç yazar çok güzel yapmış. Ben böyle filmleri ve romanları çok seviyorum. Yani, spesifik olarak bize bir şey kaktırarak anlatmayan, ucunu böyle biraz okura bırakan. İkimiz okuduğumuzda sence kapıdan çıkıp gittikleri, bence içeride kaldıkları hissini uyandıran.

- Yorumu okuyucuya veya izleyiciye kalmış.

- Aynen, oyunda da bunu çok seviyorum zaten. Sanatın bütün disiplinlerinde bunu çok seviyorum. Bir senfoni nasıl, orada onu dinleyen binlerce kişiye bambaşka şeyler hissettiriyorsa aynı şekilde roman veya oyunda da yorumu sana kalmış, orada bulunan herkeste başka hisleri uyandıran şeyleri seviyorum. Müziğin böyle bir gücü var, yazmayı baya katlayıp geçebilir, çünkü seni çocukluğuna götürür, beni geleceğe götürür, yanımdakini şimdiki zamanda tutar... Yarım kalan şeyleri seviyorum, çünkü aslında orada yarım kalmıyor bir şey. Yazar nokta yerine virgül koyarak ya da üç nokta koyarak bitirdiğinde okur ya da seyirci bu hangi disiplinin ürünüyse alımlayıcının devam ettirme hissini seviyorum. Donk donk diye anlatılan şeyleri çok hamasi, bilgi bankacılığı olarak değerlendiriyorum. Sevmiyorum. Hani, bir bestecinin ben burada aşkı anlatıyorum demesini sevmiyorum. Bestesini çalabilir, ne hissettiniz diye sorduktan sonra ‘Ben de aşk için besteledim’ tamam, ama şimdi size aşk sonatımı çalacağım dediğinde, belki çalacağı şey benim için aşk değil.

Fantastik bir gezegenin dünyasında, geniş bir hayal yolculuğuna çıkıyorsunuz. Kendi hayal dünyanızdan... Farklı olan şeyleri yazmayı seviyorsunuz.

- Yo! Özel olarak farklı olan şeyleri yazmayı seviyor muyum? –Bilmiyorum, ama bir dünya kurgulamayı seviyorum galiba. Yani, hala içimde çok romantik bir taraf var. Buna da şaşırıyorum.

- O zaman sizi yazmaya iten, içinizdeki duyguları kaleme döktüren en büyük etmen romantizm...

- Beni her şey yazmaya itiyor. Dolmuşta sevgilisinin omzuna kafasını yaslayan kızıl saçlı kız yazmaya itiyor, bahçede kaşınan kedi itiyor, kumsalda bulduğum bir pet şişe itiyor... Yani, tamamen o an ki benle ilgili bir durum. Rüyalar itiyor hayal kırıklıkları itiyor, umutlar itiyor. Böyle algılıyorum.

- Tek bir duyguya hapsolmuyorum diyorsunuz?

- Yok, bence ben bütün yaşam formlarından besleniyorum. Bir hastane koridorunda refakatçinin sarkmış saten geceliğinin ipi de beni yazmaya itiyor.

- Gözlem gücünüz çok yüksek o zaman

- Ama o zaten benim mesleğimin tabiatı gereği vura vura bize öğretilmiş bir özellik. Biz hayata biraz başka bir yerden bakıyoruz. Mesleki deformasyon.

Peki, bir yazar olarak en çok geçmiş anılarınızdan mı yoksa geleceğin bilinmez büyüsünden mi etkilenirsiniz?

- Hımm... Ben hem geçmişten hem o an ki kendimden hem de varsaydığım, olabilmesini arzu ettiğim gelecekten ilham alıyorum.

Üçüncü bir kitap için kenarda köşede gizlediğiniz bir hikaye, küçük birer notlar var mı?

- Notlar var, evet. Bilmiyorum ne zaman başlayacağımı, çünkü şu anda sadece topluyorum sadece. Üçüncü kitap için biraz seyahat etmem gerekiyor. Aklımda var bir şey. Biraz tanımadığım coğrafyalara gidip, sohbet etmem gerekiyor. Biraz orada korsan dinleyicilikler yapacağım.

- O zaman kültürel bir kitap üzerine yoğunlaşıyorsunuz?

- Kadın hikayeleri düşünüyorum ve hepsi yarım kalacak, umarım. Yani, okurun tam anlayacağı kadın hikayeleri düşünüyorum. Sadece kendi coğrafyamdan, gerçek kadın hikayeleri. Bir gezegen yaratmayacağım. Yaşadığımız dünyadaki ortak umutları ve ortak umutsuzlukları, farklı ağızlardan –çünkü her birinin hayatı çok büyük bir film-  onların küçücük birer kesitinin benzeşlikler ve farklılık doğuracağını düşünüyorum. Biraz yol yapmaya ihtiyacım var.

- Peki bunu bir röportaj olarak mı planlıyorsunuz?

- Onlar benim karşıma çıkıyor zaten. Bu fikirde öyle oluştu. Bir teyzeyle karşılaştım Migros’ta. Beni tanıdı, konuştuk. Çok yaşlı bir teyzeydi. Benim oturduğum mevkide oturuyor. Buraya da otobüsle gelmiş eve de otobüsle dönecek, elleri de yüklü. Ben de birlikte gitmeyi teklif ettim. ‘Tamam’ dedi. Dünya zamanında böyle iki dakikalım bir yolculuk yaptık. Ve bana kendiyle ilgili bir şeyler anlattı, fakat anlattıkları ikibin dakikalık şeylerdi. İndikten sonra o kadar etkisinde kaldım ki. Sonra birkaç tane arkadaşımla konuştum söylediklerini. 66 senedir bir uçak kazasında kaybettiği pilot nişanlısını sevmeye devam ettiğini anlattı, kabaca bu! Arkadaşlarım bu hikayelerin bana geldiğini söylediler. Ondan sonra da benim aklıma böyle bir fikir geldi. O yolda özel olarak kapıları çalıp ‘Merhaba, hayatınızdaki en büyük sıkıntı ne?’ gibi bir şey değil. Senin işini yapmayacağım yani (gülümseyerek).

- İnsanları ben bulmayacağım, onlar beni bulacak diyorsunuz.

- İnsanlar beni buluyor zaten. Dünyaya öyle bir yerden baktığın zaman, kendini unutturduğun zaman, dinlerin, dillerin, renklerin, inanışların, cinsiyetlerin, tercihlerin, dünyada kaç tane insan varsa o kadar çeşit insan olduğunu anladığın zaman bütün kapattığın kapılarına, bütün öğrenilmiş çaresizliklerine yumruk atmış oluyorsun.  O zaman da muhtemelen kozmos, galaksi sana kapılarını açıyor. Mistik bir şey olarak söylemiyorum bunu, öyle biri değilim. Gökyüzü hareketlerine filan inanıyorum astrolojik olarak, ama bahsettiğim şey o değil. Niyet meselesi bu. Mesela, Mardin’e gittim. Hayatımda bu kadar çoklu kültürün bir arada, bizim gibi bir arada yaşamayı çok da beceremeyen bugünün coğrafyasında, Mezopotamya’daki o koca koca uygarlıkların nasıl birbiriyle kültürel ve kimliksel alışverişte olduğunu düşündüğün zaman hicap duyacağınız ayrıştırma ve ötekileştirme söz konusu. Tabi burada devletler, hükümetler devreye giriyor, çünkü insanda hiç böyle bir şey yok. Yani, bir insan böyle davranıyorsa, ancak bunu öğrendiği için böyle davranıyordur. Ben beyazım o siyah, ben Müslüman’ım o Hıristiyan, o ineğe tapıyor ben kediye filan deyip bunu kabul edemeyeceği bir mahzene hapsediyor. Halbuki her şey birbirinin içinde, her şey birbiriyle ilişkili, her şey bir diğerinin varlık nedeni. Bizim birini kendi inançları, gelenekleri görenekleri, bütün arketipiyle görebilmemizin ana nedeni ona hiç benzeyen başka birinin varlığına tanıklık ediyor olmamız. Yoksa herkesin aynı şeye inandığı, aynı giyindiği, aynı yerden davrandığı bir düzen hepimiz için ölümcül olurdu.

Aynı zamanda ekranlarda da severek izlenen bir oyuncusunuz. Son zamanlarda da en çok sizi mizahi yönü güçlü olan karakterlerin içinde izliyoruz. Bu sizin enerjinizin çektiği bir şey olabilir mi?

- Olabilir, ben her şeyin içimizdeki enerji potansiyeline dayandığına inanıyorum, çünkü bu bir beden ne ki, bir uğrak yerimiz. Bu bir kabuk, bunun aslında hiçbir anlamı yok. İki bacaklı, iki kollu, tek burunlu bir görsel... Bu formlardan başak bir sürü form olmalı. Yani, imkanı yok tek olmamızın. Dolayısıyla çok küçüğüz, aynı zamanda da çok büyüğüz. Biriciğiz yani.

- Dünyada bir adımlık yer kaplıyoruz.

- Bir adımlık bile değil. Bir adım, insan adımına göre kaplıyorsun. İki milyon ya da iki milyar galaksi daha bulundu. Bu insanın bildiği kadarı. Yani, daha oraya kadar gidebildi bilim. Düşün ki, big bang denen heyecan verici bilimsel gerçekte de son dibine kadar iniyorlar, ama o ilk diyelim bir bebeğin doğumundaki nefesse, bir çiçeğin tohumunun patladığı ansa oraya inilmedi. O ilk ana henüz inemedi bilim. Yalnız olmamıza imkan yok.

Komedinin hangi türü daha çok ilginizi çeker?

- Benim öğretmekle ilgili bir derdim var. Biraz sonra da derse çıkacağım. Ben orada da bir şeyler öğreniyorum. Çocuklar farkında değil. Çünkü ben 43 yaşındayım. Birazdan derse gireceğim canavarla 18-19 yaşındalar. Ben onlardan bilgi olarak ötedeyim, tecrübe olarak ötedeyim, yaşanmış olarak, hayal kırıklıkları, umutlar, umutsuzluk, birikim olarak ötedeyim. Mesleki ve dünyevi...  Ama bir makineye sokabilsek zekamızı, potansiyelimizi, hayal gücü potansiyelimizi, hayal kurma potansiyelimi ölçme aleti olsa ben sonuncu olurum sınıfta, onlar da kızımla girseler kızım birinciliği göğüsler. Kızım da bir bebekler girse, bir bebek birinciliği göğüsler. İnsanın en büyük dramı bence, bilgi birikimine birikim katarken yetişkincilik oynamaya başlamayı öğrenip –aileden, toplumdan, ülkeden, dünyadan- politikleşmesi, kimlik değerleri edinmesi, döngünün gerisinde kalmasıyla sonuçlanıyor. Bu yetişkincilik oyunu, yani artık her şeyi öğrendim, bitti denmesine karşıyım. Bu yüzden öğretmenlik yapıyorum. Sadece adı eğitmenlik. Benim mezun olduğum bu okulun (Müjdat Gezen Sanat Merkezi) görgüsü de böyle bir görgü ağacına dayanıyor. Bu okulun kökü de bu. Bu okul bir aktarım vakfı, merkezi. Böyle baktığın zaman bir enerji porteli, ama burada bir döngü var. Yani, eğitmen bir şey katıyor –katıyordur umarım, çünkü öğrenciler bana birçok şey kattı- ama öğrenci de eğitmene katıyor.

Her şey karşılıklı...

- Yüzde binbeşyüz.

Bir senaryo ya da tiyatro oyunu yazdınız mı ya da yazmayı düşünüyor musunuz?

- Denedim yazamıyorum (gülerek). Çok yeteneksizim o konuda. Onun çok başka bir şey olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum matematiği mi çok farklı? Aslında ben derslerimde Çağdaş Öykücülerden ve Romancılardan çok destek alıyorum, çok faydalanıyorum. Pek çok öykünün aslında anlatı dilini içinden çok kolaylıkla çıkardığın anda –var böyle öykücüler- oyuna dönüştüğünü de görüyorum. Aynı şey şu anda benim kitabım artık aranmayanlar Gezegeni için bir sürü arkadaşım pixel için çizgi film olduğunu söylüyorlar ilk öykünün, 18.Öykünün kısa film olduğunu söylüyorlar. Tabi, insanın kendi metinlerine böyle bir yerden bakabilmesine imkan yok. Ben bambaşka bir heyecan yaşıyorum. Öyle bir şey düşünemiyorum, ama öykülerde çok oyun var. Buna çok inanıyorum.

Eğitim programınız nasıl işliyor?

- Hiçbir programım yok. Çok kaba hatlarıyla ilk başta masallarla başlatıyorum –romana, öyküye vermeden önce- ama tamamen o sene ki sınıfın plastiği, potansiyeli, neye heyecanlandıkları ve beni neye heyecanlandırdıklarıyla çok hızlı değişen bir şeye dönüşüyor. Onun için hiçbir zaman – vardır ya öyle bir sistem. Ama onu yermiyorum- müfredatları var, bir yazarla başlıyorlar öyle bir başlangıcım yok. Özellikle bu özel okullar içinde –özelden kastım vakıf okulları- aynı adrese ulaştırmaya çalışan farklı şoförler gibiyiz. Ben gemiyle götürüyorum, bir başka hoca otobüsle götürüyor, ama götürmeye çalıştığımız yer atlet, komple bir insan yetiştirmek. Yani, sadece oyunculuk kitapları okuyan, mesleğiyle ilgili 24 saat ahkam kesebilecek, ama Şostakoviç’le Korsakov’u ayırt edemeyecek bir çocuk benim öğrencim olmasın. Maviyle kırmızının arasındaki farkı görebildiği kadar net bir şekilde, aynı yüzyılda yaşamış iki yazarın ne kadar farklı iki yazar olduğunu bilebilecek kadar derine dalmış olsun. Tıpta bilsin, hukukta bilsin, matematikte bilsin, çünkü böyle bir derin mesleğimiz var. Edebiyatı yalasın yutsun.

Çok güzel bir sohbet oldu. Hem iyi bir yazar hem de alkışlanan bir oyuncu olarak genç yeteneklere, tükenmeyen kalemlere ne söylemek istersiniz?

- Hiçbir şey, çünkü söylediğim hiçbir şeyin bir faydası olmayacağını bilecek kadar pasta mumu üfledim. Tek bir şey belki söyleyebilirim; bir hayal kırıklığı çağı bu çağ. Çok sert ve haşin, kaba bir çağ... İçinde iflah olmaz romantikler ve hayalperestler var. Neye inanıyorlarsa; aşka tutkuya, dansa oyuna, yazmaya, çizmeye, kendilerine inansınlar. O inanç yolunu bildiğine, o yolculukta bunun yanlış bir şey olduğuna, bunun ona zarar vereceğine yetişkin algısıyla ‘Bak yavrum biz bu yollardan geçtik’ gibi sözlerle caydırmaya çalışanlara kulak asmasınlar. Hiç kimsenin patika, yol ve orada yaşadığı zorluklar veya mutluluklar bir başkasının kılavuzu olamaz. Asla! Dünya kişisel bir tecrübe gezegeni. Dolayısıyla belki şunu söyleyebilirim; asla vazgeçmemek. Yürekten hissettiği bir şey varsa içinde, sakin olmak –çok aceleci davranmamak-...

- Gençlerin çok kullanmadığı bir şey...

- Evet, ama bu aktarılabilir belki. Sakin olmak, kendi nefsini kontrol etmek –neyle edebiliyorsa- bir de birçok dinde adı kul hakkı olan –bu arada ben bütün dinlere aynı mesafedeyim. Tabi bütün dinleri bilmiyorum, bilebildiğim kadarıyla- vicdan terazilerinde mısırlılar gibi düşünmek. Mısırlılar öldükleri zaman M.Ö 3000 medeniyetinde mumyalanmadan önce organlar çıkartılıyor ve tartılıyor. Kalp 21 gramdan ağır gelirse cehennem kayığına bindiriliyor beden, kalplerini 21 gramdan daha ağır çektirecek günahlar –burada dini bir günahtan bahsetmiyorum- işlemesinler. Yani, öldürmesinler, ama sadece bir varlığı değil duygularını, isteklerini, dirençlerini de öldürmek bir cinayettir.

- Söz en büyük silahtır.

- Evet, söz çok büyük bir silahtır, çok keskin bir silahtır. Kelime kılıçtan daha acıtıcıdır. Özellikle 2018 ve 2019 senesinde –çok dikkat ediyorum- 18-19 yaşlarında kendilerini anlatmaya başladıklarının 10.dakikasında ‘Neyse ya saçmalıyorum. Özür dilerim’ falan boynu kıldan ince bir hareketle konuşmaya devam etmeme algısı var. İki ay gözlemledim sınıfımda, sonra da bir insan grubunun bu kadar çok ‘anlatamıyorum hocam, özür dilerim’ deyişinin demin ki okur-yazar oyuncu-seyirci tezatında hep şöyle bir kelimeye maruz kaldıklarını hissettim ‘anlatamıyorsun! Sus!’ gibi... Bu da bir yetişkin hastalığı. Anlatamıyor olabilirsin, bu bir ihtimal, ama bir tane çok kuvvetli bir ihtimal var ve en az anlatamıyorum kadar güçlü bir ihtimal; ‘Anlamıyor’ olabilir karşındaki. O yüzden sen konuşmaya, kendini dinlemeye devam et. Bence bizim ülkemizin gençlerinin en büyük sorunu –ki bu gençlerin sorunu değil, yetişkinlerin sorunu- bu fazla bilmeden ötürü çocuklara ve çocuklarına ‘Tamam artık, sus! Sen anlamazsın’ diyorlar. o çan evresinin terse dönmesi gerekiyor.