Evet, söz konusu olan Ermeni ise, düşünmeye değmez, dilediğini yazabilirsin... Çünkü, Türkiye’de Ermenilerin sahibi yoktur ve zaten Türkiye’de bir gerçek Türklerin ve bir de Ermenilerin esamisi dahi okunmaz. Ancak, Türk adını kendine koruyucu kalkan olarak değerlendiren, bir takım sözde Türkler, bu canım ülkede cirit atıp durmaktadırlar...

Efendim konu şu: Sarkis Torosyan adında bir Osmanlı Ermeni Subayı, hatırat yazmış ve bu hatıratı İngilizce olarak (ÇANAKKALE’DEN, FİLİSTİN CEPHESİ’NE) adıyla yayımlanmış.

1992-1993 Akademik yılında Cambridge’deki Harvard Üniversitesi’nde, konuk araştırmacı olarak bulunan, Prof.Dr. Ayhan Aktar, Boğaziçi Üniversitesi’nden, Hocası olan Prof.Heath W. Lowry’i telefonla arayarak, bir müddet sohbet ettikten sonra, Hocası tarafından konferans vermek üzere, Washington’a davet edildi. Konferans verdiğinin akşamı, Washington’da yoğun kar yağınca, Hocası’nın evinde iki gün kalacak yerde dört gün kalmaya mecbur olur. Bu meyanda Hocasının nefis kütüphânesi’ni incelerken, (Captain Sarkis Torosian, From Dardanells to Palestine: A True Story of Five Batlefrons of Turkey and her Allies and a Harem Romance. Boston: Meadow Publishers, 1947.) 1929 Sarkis Torosian. İlk basım: 1947. Adlı kitabı görünce, merak ederek alıp okumaya başlar ve yarısından fazlasını adeta bir çırpıda okuyup bitirir.

Bu, Osmanlı Zabiti, Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın anılarından müteşekkil bir kitaptı. Hatıratın muhtevasında: “Osmanlı Ordusu’nda Ermeni kökenli bir Topçu Subay’ın bulunması, Çanakkale Savaşı esnasında, Ertuğrul Tabyası’nın Komutanı olarak görev yapması, 19 Şubat 1915’te İtilaf Devletleri Donanmasının Çanakkale Boğazı’nı zorladığı zaman, bir düşman gemisini batırmış olması benim ilk kez duyduğum şeylerdi. Düşman gemileri, 18 Mart’ta Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlara çarparak batmamış mıydı? Sonra, 1915 yılı Mayıs ayında, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kendisini İstanbul’a davet ederek, “Savaş kahramanı” muamelesi yapması, açıkça beni çok şaşırtmıştı?!... Ayrıca Yüzbaşı Sarkis Torosyan, kendisine verilen “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Harp Madalyası” ile ilgili resmi belgenin fotoğrafını da kitabının başına koymuştu. Ne yalan söyleyeyim, kafam karışmıştı?!...

Evet daha sonra neler olmuş bir de ona bakalım. Prof.Dr. Ayhan Aktar anlatmaya devam ediyor:

Çok iyi hatırlıyorum, ertesi sabah kar yüzünden eve kapanmıştık. Kahve içerken, Torosyan’ın kitabını konuşmaya başladık... Heath Lowry kitabı sonuna kadar okumuştu.

Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın ailesinin Ermeni Tehciri nedeniyle Kayseri, Develi’den, Suriye çöllerine sürülmesini, bunu İstanbul’daki Kayserili Ermenilerden haber alan Torosyan’ın ailesinin peşine düşmesini ve Suriye’deki kamplarda kız kardeşi Bayzar’ı sefalet içinde bulmasını anlattı. Yüzbaşı Torosyan yaşadığı bu acı olaylardan sonra, ailesine bu zulmü yapanlardan intikam almak amacıyla, Filistin Cephesi’nde Nablus muharebeleri sırasında “19 Eylül 1918” tarihinde, “Şerif Hüseyin”in Arap Ordusu’na katılmış ve eski ordusuna karşı savaşmıştı. Kısacası; (1915 yılı Mayıs ayında madalya sahibi bir savaş kahramanı) olan, Yüzbaşı Sarkis Torosyan; “1918 Eylül ayında saf değiştirerek, eski Ordusu’na karşı savaşan bir hain” olmuştu.

İnsanın içini burkan bu hazin hikâye üzerine epeyi konuştuk. Yüzbaşı Torosyan’ın saf değiştirmesinin basit bir izahı olamayacağını, “23 Ocak 1913” tarihinde, tarihimizde “Bab-ı Âli Baskını” olarak bilinen bir hükümet darbesiyle iktidara gelen İttihat ve Terakki Diktası’nın uyguladığı politikalar sonucunda, bir zamanlar “Kahraman olan” insanların bir anda kolaylıkla “hain” olabileceğini söylediğimi hatırlıyorum.

Torosyan’ın “ihaneti” sadece kaybedilen savaşlarla, İngiluz İstihbaratı’nın “T.E. Lawrence”in vasıtasıyla Arap Liderlerine dağıttığı altınlarla açıklanamazdı. Mesele çok daha karmaşıktı; bir İmparatorluk parçalanıyordu. Bireysel düzeyde ihanet, isyan veya silâhlı ayaklanma basit birer tavır değişikliği sayılamazdı. Bunların gerçekleştiği siyasal bağlam ve bireyleri bu denli ciddi tavır değişikliğine iten “mücbir sebepler” üzerinde düşünmek lazımdı.

Yüzbaşı Torosyan durup dururken ihanet etmemişti! Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın, Osmanlı Ordusu’ndaki Ermeni Subay ve Askeri Doktor ailelerinin tehcir edilmemesi konusunda kesin talimatı vardı.

Bütün bunlara rağmen: “Oğlunuz Çanakkale’de öldü!” yalanını söyleyerek, Torosyan’ın ailesini Suriye çöllerine süren, İttihatçı Kaymakam Salih Zeki’nin; “emanete hıyaneti” üzerinde de durmak gerekiyordu.

O sabah, sohbet esnasında Yüzbaşı Torosyan’ın hikâyesinden, iyi bir yönetmenin eline düştüğü taktirde, harika bir film yapılabileceğini ve kesinlikle Oscar’a aday gösterileceğini iddia etmiştim. Hâlâ da aynı görüşü savunuyorum!

Şimdi düşünüyorum da, 1943 yılında bırakın bu konuda film yapmayı; Ermeni Tehciri üzerine akademik çalışma yapmak bile pek mümkün değildi.

Arşivler kapalıydı, resmi tezin dışında şeyler söyleyen birinin akademik hayatının bitmesi işten bile değildi. O zamanlar çalıştığım Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Bölümü’ne neredeyse iki ayda bir “YÖK”ten resmi yazı gelirdi; “Asılsız Ermeni İddiaları Hakkında”, hangi akademik çalışmaları yaptığımızı sorup dururlardı. Cevap bile vermezdik. “YÖK”tekiler de “Millî Güvenlik Kurulu”ndan aldıkları emirle bu anlamsız yazıları yolluyorlardı. Onlar da cevap beklemiyorlardı zaten!

Heath Lowry ile sohbeti koyulttuğumuzda: “Hocam, Genel Kurmay’ın yayımladığı Çanakkale Savaşları’nın Askeri Tarihinde, Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın adı hiç geçmiyor mu?” diye sormuştum. Hiç unutmuyorum, “ben baktım ama pek bir şey bulamadım. İstersen bir de sen bak!” demişti.

Ne yalan söyleyeyim, hiç şaşırmamıştım. Anlaşılan, “devletlû takımı” Çanakkale Boğaz Savaşları’nın madalyalı kahramanını, yok saymayı seçmiş, tarihin sesini kısmak veya “geçmişi susturmak” istemişlerdi. Yüzbaşı Torosyan gibi, “aykırı adamların” savaş kahramanı olsalar bile; milliyetçi Türk Tarihi yazımında yeri olamazdı. Ama, Yüzbaşı Sarkis Torosyan Çanakkale’deydi!

GEÇMİŞ ZAMANI SUSTURMAK

Michel-Rolph Trouillot, Geçmişi Susturmak: “İktidar ve Tarihin Üretimi” isimli ufuk açıcı eserinde, 19 yüzyıl Haiti Bağımsızlık Mücadelesi tarihinden yola çıkarak tarihte “olanlarla” yine “tarihte olduğu söylenenler” arasındaki farkları dikkate çeker. Trouillot’un önemle üzerinde durduğu mesele, “geçmişle ilgili anlatılanların” üretilmesinde “sosyal ve siyasal” süreçlerin devreye girmesiyle, “tarihsel anlatımın şekil değiştirmesidir”.

Burada sosyal ve siyasal süreçlerden kasıt; tarihi yazanların geçmişin anlatısı üzerinde durdukları “iktidar ve güç” ilişkileridir. Trouillot’ya göre, iktidar ilişkileri geçmişin anlatısının kurgulanmasında bir düzeyde “suskunluklar” yaratır. İşte bu seçim işlemi sırasında bile; her şeyi aynı anda anlatmak teknik olarak mümkün olmadığı için; diğer bazı olguların susturulması söz konusudur. Bireylerin yazdıkları otobiyografiler, anı kitapları da bu tür sınırlamalarla ve suskunluklarla maluldür. Fakat iş genel olarak tarih yazımına ve tarihsel anlatımın kurgulanmasına geldiği zaman, iktidar ilişkilerin yapısal özellikleri devreye girmeye ve tarihsel anlatıyı şekillendirmeye başlar. İşte bu noktada geçmişin susturulması iktidar ilişkileri tarafından belirlenir.

Michel-Rolphz Trouillot, tarih yazımında kullanılan arşiv belgelerinin de yazıldıkları anla bile belli bir zihniyet ve iktidar ilişkileri içinde üretildiğini hatırlatmaktadır.

ASKERİ TARİHİN AÇMAZLARI

Muvazzaf ve emekli Kurmay ya da Öğretmen Subaylar ile “ATASE” bünyesinde çalışan memurlarca hazırlanan... Balkan Harbi, I. Dünya Harbi, Çanakkala Savaşı ve İstiklâl Harbi’nin farklı cepheleri ve harekâtını tasvir eden çalışmalar, eğer bunları ders kitabı olarak okuyorlarsa Harp Okulu Talebelerine dahi sıkıcı gelecek kadar ayrıntılı ya da işlenmemiş ham materyaller yüklüdür.

ATASE” tarafından sınırlı miktarda basılan bu kitapları piyasadan edinmek de mümkün değildir. Bu kitaplar genellikle “devletlû takımı” arasında dağıtılır. Kitapçılarda satılmaz. Bunları tesadüfen bulup okuyanlar da pek bir şey anlamadıkları için, yeni bir çözüm bulunmuştur.

Bir zamanlar İzmir’deki “NATO” Karargâhı’nda görev yapmış olan Amerikan Ordusundan emekli Yarbay Edward J. Erickson’a Ankara’daki, ATASE Arşivleri’nde araştırma izini verilmiş, kendisine Osmanlıca bilen asistanlar tayin edilmiştir. Edward J. Erickson’ın yazdığı kitaplar kesinlikle başı-sonu belli ve daha anlaşılır askeri tarih metinleridir.

Elbette, Türkçe bilmeyen bir Amerikalı askeri tarih uzmanına sağlanan bu imkânları eleştiriyor değiliz. Keşke, askeri tarih yazımı konusunda “Amerikan yardımı” alma fikri birilerinin aklına daha önce gelmiş olsaydı! Ayrıca, eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Erickson’ın ilk kitabına “önsöz” yazmış olmasını da olağan karşılıyoruz. Bütün bunlara rağmen, kitabın girişindeki şu tespitler Türk Ulus Devletinin kurucu ideolojisinin ve iktidar ilişkilerinin bir Amerikalı, tarihçiyi bile nasıl kuşattığını gözler önüne sermektedir. Kitabın başında, Edward J. Erickson şunları söylemektedir:

(Bu kitap, I. Dünya Savaş’nda Osmanlı Ordusu adını taşıyorsa da aslında Türk Ordusunu anlatmaktadır. Gerçekten de savaşa baktığımızda, en acımasız düşmanları olan İngilizlerin Osmanlılarla değil, her zaman Türklerle savaştıklarını görürüz. Avusturalyalılar, Yeni-Zelandalılar ve Fransızlar gibi, İngiliz tarihleri de düşmanı Türk veya hatta “Johnny Turk” olarak adlandırırlar. Bu adlandırma bir ölçüde dönemin yaygın kullanımından kaynaklanmakla birlikte, gerçekte söz konusu Ordunun karakterini tam olarak yansıtan bir terimdi. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu hukuki olarak hâlâ varlığını sürdürmekte ve ayrıca “Araplar Kürtler” gibi bağlı halklar Orduda hizmet etmekte idelerse de Ordunun özü Türk’tü ve siperde ölmek gerektiğinde, ölenler genellikle Türkler oluyordu. Bu nedenle kitapta aslında daha doğru bir terim olan: Osmanlı yerine “Türk Ordusu ve Türk Genel Kurmayı” gibi terimleri kullanacağız.)

Ulus Devletin kuruluşu sırasında ve Tek Parti döneminde uygulanmış olan “Türkleştirme politikalarıyla” Türkiye nüfusunun sadece Türklerden oluşan bir kitle hâline dönüştürülmek istendiğini biliyoruz. Hatta bugünden geriye baktığımızda, bu projenin genel olarak başarılı olduğunu da itiraf etmek zorundayız. Fakat 1920’lerden itibaren hayata geçirilmeye çalışılan ve en azından bugün Kürt nüfusu bakımından başarısız olduğu aşikâr olan bir “Ulus Devlet” inşası projesinin “Birinci Dünya Savaşı” yıllarında tamamlanmış olduğunu iddia etmek ne derece doğru ve anlamlıdır?.. “Osmanlılık ideolojisi” bu kadar çabuk mu ölmüştür?... Hayatlarının büyük bir bölümünü Osmanlılık zihniyetini benimsemiş olarak yaşayan insanlar bir günde “Türk” veya “Türkçü” mü olmuşlardır?...

Baştan beri saydığım ve Prof.Dr. Ayhan Aktar Hocaya ait değerlendirmeler hoşumuza gitsin veya gitmesin. Hemen her münevver ve şuurlu vatanperver vatandaşın hemen her satırını okuyup, hiç olmazsa bir nebze olsun düşünmesi elzemdir!... Çünkü aziz vatanımız Türkiye’nin başına gelen başarısızlıkların temelinde bir tek unsur yatmaktadır: “Tarihi veya maziyi inkâr!”

Bir akademisyen: “18 Mart 1915’te hiçbir İngiliz ve Fransız Zırhlısı tamamen veya esas olarak topçu ateşiyle batırılmadı.” iddasında bulunmuştur. Bu iddiası ne dereceye kadar doğrudur? Genel Kurmayımız, askeri tarihle alâkalı bir çalışmayı, niçin Türk değil de ABD’li bir emekli Subay’a yazdırmıştır? Osmanlı yerine Türk adının kullanan ilk Batılı Düşman Ülkeler olmuş ve bizler de derakap benimsemişiz?!.. Peki bizim kimliğimizi başkaları mı bizlere öğretmiştir?...

Bütün bunların cevaplarını yeni bölümde bulacağız. Saygılarımla mutlu yarınlar dilerim efendim.

Devam edecek...