Sosyal değişim, farklı zaman dilimlerinde sosyal yapı unsurlarında ortaya çıkan nitelik ve nicelik farklılaşmasıdır. Sosyal değişme, medeniyet tarihi içinde bazen hızlı, bazen de yavaş bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle, ortaçağın statik sayılabilecek insan topluluklarında dahi bir değişmeden bahsedilebilir. Değişimden bahsedebilmek için belli bir süreye ihtiyaç vardır. (Mustafa Erkal, Sosyoloji, s.245) Değişimin oluşması için gereken süre, değişimin ancak üzerinde var olabildiği, Tarihsel zemindir. 

İçerisinde bulunduğumuz toplumsal durumu doğru tahlil edebilmek, kültürümüzün şekil aldığı tarihsel gerçekliği yani tarihsel zemini bilmekle mümkündür. Bilhassa tek tek ele alınacak sosyal hadiseler, sebeplerinin geliştiği ve sonuçlarının ortaya çıktığı zaman dilimi ile iç içedir. O halde sosyal hadiseler, Tarihsel zeminlerinden bağımsız ele alınamazlar.  

Olaylara Tarihsel arka planın dâhilinde yapılacak olan yorumlar, isabetli ve istifadeli olacaktır. Aynı zamanda bu tavır, bu tarz, bugün bu minvalde gelişmesi olası olaylara karşı da bakışı genişletecek hem de derinleştirecektir. Aynı zamanda sosyal hadiseleri farklı boyutları ile bilip, anlamak; tarihsel süreç hakkında bilgi sahibi olmak; sorunlara farklı çözüm önerileri geliştirmek açısından büyük öneme haizdir.  

Normal şartlarda muhafazakâr toplumlar, baskın kültürler, köklü değişikliklere karşı dururlar. Fakat değişim zamana yayıldığında, değişimin gerçekleştiği tarihsel süreç uzun olduğunda, bu karşı duruşun zayıfladığını, zayıflatıldığını göre bilmekteyiz. Sosyal değişim hadisesinin bilhassa muhafazakâr toplumlarda başarılı bir şekilde oluşması zamanın ve zeminin uygunluğu ile bağlantılıdır. Başarı ile gerçekleşmiş olan bir değişim söz konusu ise genellikle bu toplum tarafından fazla hissedilmeden gerçekleşir. Değişimin uzun bir süre zarfında gerçekleşiyor olması bunun en önemli sebebidir. 

Türk toplumu, tarihinde birçok toplumla etkileşim içerisinde bulunmuştur. Savaş, ticaret, göç vb. sebepler ile birçok toplumu etkilediği gibi birçoğundan da etkilenmiştir. Daha evveli olmakla birlikte, Türk toplumunun Anadolu coğrafyasına yerleşmesi, Avrupa ile etkileşiminde süreklilik sağlamıştır. Bu etkileşimi hususiyetleri bakımından kategorileştirecek olursak, 18. yy. öncesi ve 18. yy. sonrası olarak kabaca iki döneme ayırmalıyız. 18. yy. öncesi Avrupa ve Türk toplumu etkileşimi, doğal münasebetler (ticaret, ziyaret, diplomasi, savaşlar vb.) sebebiyle olmuştur. 

18. yy. da Avrupa ile yaşanan etkileşimlerinin sonucu ise daha farklı olmuştur. Buna etkileşim bile demek belki fazla olacak. Burada tek taraflı bir etkilenme söz konusudur. Osmanlı bu tarih itibariyle Avrupa’yı taklit eder olmuştur. Yani, istikametimizi ve tarzımızı kaybetmeye 18. yy.da başladık.  Ve maalesef günümüze kadar bu hastalığın pençesinden kurtulamadık.   

Türk toplumu, Osmanlının gerileme devri ile birlikte maalesef özüne başkalaşan bir sosyal yapıya doğru evrilmiştir. Bu metamorfoz geçiren yapıyı iyi idrak etmek gerekiyor. Sebepleri üzerine dikkatle durmak gerekiyor. Bu süreç için 1699 Karlofça Antlaşması, milat olarak kabul ediliyor. Bu antlaşma ile birlikte Osmanlı bürokrasisinde, Avrupa’nın üstünlüğü fikri gündemi meşgul etmiş ve Avrupa algısını değiştirmiştir. Sosyal değişim, yenileşme, batılılaşma olguları Osmanlı da yaşanan bu algısal değişimle birlikte başlamıştır. 

Peki, nedir bu algısal değişimin sebebi? Elbette Osmanlı'nın Avrupa karşısında askeri anlamda yaşadığı başarısızlıklardır. Tarihsel gerçeklik bize bu doğrunun varlığını göstermektedir. Osmanlı, askeri gelişmişlik (taktik, teknik ve donanımsal) açısından Avrupa devletlerinden geride kalmıştır. Bu durum savaş meydanlarında aldığımız mağlubiyetler ile tasdik olmuştur. Ağır kayıpların yaşandığı savaşlar, kendimize ve Avrupa’ya karşı oluşturduğumuz algısal şemada bozulmalara sebep olmuştur. Osmanlıyı yeni bir algısal şema ile çevresini okumaya sevk etmiştir. 

Yeni algısal şema, yeni zihni altyapı, askeri alanda başlatılan yenilik hareketlerinin belirleyicisidir. Bu yenilik hareketi aynı zamanda kültürel başkalaşımın ve dönüşümün de başlangıcı olmuştur.  Üzerinden yine geçerek, altını çize çize tekrardan belirtmek isterim.  Bugünkü Türk toplum yapısının araştırılmasında, bu hususun gözden kaçırılması büyük eksiklik olacaktır. Çünkü tek tek sosyal kurumlar, sosyal yapının ayrılmaz bir parçasıdır. Tek bir kurumda yaşanan değişimin diğer kurumları da etkileyeceği bilinir.  Her ne kadar Askeri alanda planlanan yenilik düşünceleri ile başlamış olsa bile sosyal kurumların birbirinden bağımsız kurumlar olmadığı ve birbirini etkilediği açıktır.

18. yy’ın başlarında (lale devri-III. Ahmet devri, III. Selim devri) Osmanlı, Avrupa’da teknik gelişmelerin, bilimsel çalışmaların takibini yapmak için elçilikler açtı.  Zaman içerisinde bu elçilikler vasıtasıyla Avrupa’nın tüm kurumlarında yaşanan siyasi, hukuki değişimler hatta eğitimsel ve kültürel değişimler takip edilir olmuştur. Tabi bu sadece takip edilmekle kalmayacak, uygun zaman ve zemin bulunduğunda taklit ile tatbik edilecektir.

Karlofça antlaşmasından (1699), yaş antlaşmasına(1792)’e kadar geçen zaman dilimi gerileme devri olarak isimlendirilir. Bu dönemde Osmanlı Devletinin dış politikadaki en önemli hedefi kaybettiği toprakları geri alma düşüncesidir. Bu hedef doğrultusunda ne kadar uğraştıysa da başarılı olamadı. Hatta bu amaçla girdiği savaşlarda yeni toprak kayıpları yaşamıştır. 

Orduda yaşanan bozulmalar, Askeri yenilikleri esas alan ıslahat programlarının oluşması ve uygulanmasına neden olmuştur. Bu dönem Avrupa’dan getirilen Subayları ve uzmanlar bu Islahat programlarının bir parçasıdır. “Türkçe ‘Davud gerçek’ adını alan ve aslında bir Fransız olan David, 1720'de İstanbul'da bir itfaiye takımı kurma önerisinde bulunmuş ve önerdiği bu itfaiye örgütünü kurmuştur. 1730 Yeniçeri ayaklanmasından sonra, Avrupa'da oldukça tanınmış bir Fransız asilzâdesi olan Kont Bonneval, 1731 yılında Sadrazam Topal Osman Paşa tarafından Avrupa tarzında humbaracı kıtaları kurmakla görevlendirilmiş, 1734'de Üsküdar'da açılan hendesehânede humbaracıbaşı ünvanını almıştır. III. Mustafa döneminde, Fransa'nın İstanbul'daki elçisinin damadı ve Macar soylularından olan Baron de Tott, topçu öğretmen sıfatıyla devlet hizmetine girmiştir. Baron de Tott, yeni istihkam ve topçu kıtalarının oluşmasına, eğitilmesine yardım etmiş, top dökümhanesini yeniden düzenlemiş ve hendese okulunda bazı dersleri okutmuştur.” (Meb dergisi, Doç Dr. Mustafa ŞAHİN)

“1784 yılında Luxemburg dükünün oğlu, Duc Charles Emanuel Sgismond de Montmorency'de bir ıslahat projesi önerisinde bulunmuştur. Islahat projesinde, Osmanlı ordusunun yenilgiler alışının gerekçeleri açıklanmıştır: Osmanlı ordusunda, yeni savaş yöntemlerinin, yeni savaş araçları yapan tekniklerin, yeni çakmaklı tüfeklerin ve sürat toplarının bilinmemesi sıralanmış, öneri olarak da, 1200 kişilik bir Fransız subay uzman heyetiyle birlikte, Rodos ya da Girit'te karargâh kurulması ve böylece Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sunulmuştur.” (Meb dergisi, Doç Dr. Mustafa ŞAHİN)

Bir yandan Avrupalı subayların Orduyu teknik gelişmelerin istikametinde ıslah çalışmaları devam ederken bir yandan da içerisinde bulunulan durumun tahlilleri yapılmaya çalışılmıştır. 18.yy’da yaşanan siyasi gelişmeler eşliğinde geliştirilen ıslahat programları elbette bunlarla sınırlı değil. Haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere…