31 Mart vak’ası, bir irtica ayaklanması değildir. Tam aksi gayet şuurlu ve bilinçli hazırlanmış, mahir bir İhtilâl hareketidir. Günümüz de dahil, her fırsat zuhurunda sabık Padişah’ı; haklı, haksız eleştirerek, vatandaşlarımıza kötü bir ucube olarak gösterilmeye çalışılması, olağan bir hareket olmayıp, doğrudan bir İhtilâlci görüşüdür... 
Şu husus gayet sarih olarak bilinmelidir ki, mezkûr vak’anın bizlere kadar ulaşan hikâyesi, temelde ayrı bir mana ifade etmekteydi şöyle ki; “Osmanlı-Türk Devleti”nin bir bütün olarak savunulması için canını dişine takan bir Padişah, elbette ki, İhtilâlciler için bir numaralı düşman sayılmaktaydı ve bu düşman hiç şüphesiz Padişah’tı. Yanî, Sultan II. Abdülhamid Hân!... 
ABD’nin ve müttefiklerinin, dünya ülkelerine geceli, gündüzlü her daim Adolf Hitler’in bir cani, dünyayı kana bulamış bir psikopat vs. yakıştırmalarla, kendi kusurlarını örtbas etmeye çalışırken Rusya’nın “Sovyet dönemi ve Stalin cellâdı” hakkında hemen, hemen tek bir söz dahi etmemektedirler?.. 
Bu niçin böyledir? Böyledir çünkü, “Avrupa kıtasını kana bulayan” ve böylece kendi hâkimiyetleri altına almalarındaki başarısının ortağı elbette ki, Sovyet Rusya idi. Gerçi zaman, zaman karşılıklı savaş tehlikesiyle burun buruna gelmişlerdi. Lâkin bu durum onların yekdiğerinden tamamen kopmasına müessir olamamıştır. Dolayısıyla, meseleye bir de bu açıdan bakmak elzemdir!.. Bizdeki ABD’cilerin bir ayrı garabetleri de genel kültür birikimlerini sadece ABD’nin verilerinden sağlamış oluşlarıdır. Yanî, ABD’nin her deyiminin bir tapu olduğuna inanacak kadar körelmişlerdir!... Düşünün, ABD, Osmanlı-Türk Devleti’nin idari şekli üzerinde durmuş ve günümüzde de en titiz şekilde incelemekte ve ABD çıkarlarına uygun düşen hangi unsurları var ise, otomatikman işleme tabi tutulmakta ve ABD’nin millî bünyesine aktarılmaktadır. 
Bu meyanda biz ne yapmaktayız? Ne yapacağız: (Osmanlı’nın geri kalmışlığını(!) hemen herkese anlatmakta ve böylece sözde, çağdaş ve münevver bir toplum(!) olmaktayız!..) Evet, Osmanlı Devleti, mirasının asıl sahipleri olan bizler, muhteşem tarihimizden ders alacak yerde, atalarımızı kötüleyip durmaktayız!.. 
IV.MURAD VE SARHOŞLUK MESELESİ!... 
Son Halife Abdülmecid’in, 35 sayfalık kaleme aldığı risalesinde: Osmanlı Devleti’nin bazı Padişahların aşırı içki düşkünü olmalarına bağlamakta ve acı bir üslupla tenkit etmektedirler. Peki bu doğru mudur?... 
Sayın Murad Bardakçı’nın kayıtlarına göre; doğru olup olmadığını, Son Halife’nin açıklamalarına göre değerlendirmek lâzımdır. Zira, Sayın Bardakçı şahsen bir fikir beyan etmemişlerdir!..
Son Halife, Abdülmecid Efendi Cenapları, IV. Murat Hân hakkında özetle şu kayıdı geçmişler: 
(Hakikaten en büyük Padişahlarımız arasında sayılmak yeteneğine sahipti ve mertliğiyle bütün Osmanlılar’ı hayrette bırakmıştı. Fazilet sahibi idi, eski pehlivanların kaldıramadıkları demirlere ve gürzlere başka halkalar ilave ettirir ve bunları kaldırarak hünerini icra ederdi. Bağdat ve İran seferlerine çıkan iktidar sahibi bu Padişah, geleceğin en büyük Hükümdarı olmaya namzet iken, içtiği rakı’nın (Şarap da olabilir?) kurbanı olmuş; Devletin talihini ve geleceğini “İbrahim” gibi aklı noksan ve anlayıştan mahrum bir şahısa terk ederek dünyadan çekilmişti.) 
Evet, gayet mükemmel bir tarzda yazmış ve Sayın Murad Bardakçı’nın sayesinde de tarihi belge teşkil eden Risaledeki bilgilerin cüz’i de olsa bazı önemli bilgileri bizlere kadar ulaşabilmiştir. 
Merhum, Halife Abdülmecid Efendi Cenapları gayet önemli olan bir noktayı yazmayı da unutmuşlar veya hiç akıllarına gelmemiştir? Şöyle ki; İster Asilzade, ister ısradan bir kimse. Hemen hiçbir fert, kendi kendine herhangi bir yanlış alışkanlık edinmez, edinemez. Nitekim bu konuda Merhum Sultan II. Abdülhamid Hân, IV. Murad Hân’ın aşırı içki düşkünlüğü hakkında gayet önemli bir tarihi açıklamada bulunmuşlar ve özel Tabibi Dr.Hüseyin Atıf Bey’e yazdırdığı muhtıralarda: (“Murat Efendi’yi içkiye “Namık Kemal”in alıştırdığını, gece sabahlara kadar süren içkili sohbetlerinde ayrıca, okuyup yazmakta ve bu işret iptilasının Veliahd’in asabını bozduğunu ve nihayet başına vurduğunu) yazdırmışlardır. 
Şimdi sorarım: Buna ne buyurulur?... 
Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nu yaşatmak istemeyen bazı gizli kuruluşların geri plândan gayet itinalı ve sabırlı çalışmalarla meydana getirdikleri muhtelif tuzaklar neticesi, yalnız Osmanlı değil, aynı zamanda Türk Cihan Hakimiyeti stratejisinin de birlikte tarihin tozlu sahifelerine gönderilmiş olmasının trajik üzüntüsünü hâlâ çekmekteyiz. Çünkü, o uğursuz çark hâlâ rahatlıkla dönebilmektedir!.. 
IV. MURAD HÂN’A İÇKİ VE İŞRETİ KİM VEYA KİMLER AŞILADI?... 
Eski darbımesellerde: (Bağdat gibi diyar olmaz, Ana gibi yar olmaz!) deyimi günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiştir. Ve lâkin, zamanın pek sür’atli değişmesi, mezkûr deyimin de asıl mânâ’sından uzaklaşmasına vesile olmuştur. Günümüz deyimi ile şöyle buyurulmaktadır: (Bağdat, ABD’ye kurban edildi. Ana da, “Yılan kadına!”) Yanî, ne Bağdat kalmıştı, ne de o dillere destan ana! 
Bu niçin böyle oldu? Böyle oldu çünkü; Aşkın yerini de, manevi sevginin yerini de doğrudan para aldı!. 21’inci asrın insanları bu derece kalpsiz ve bir o kadar da vicdansız olabilmiştir... Hele kadın neslinin asırlardır övündüğü: “kadın şefkati, kadın fedakârlığı vs.” adeta bir çırpıda sırça köşk misali tuzla buz olup gitti... 
Şimdi gelelim, IV. Murad Hân’ın içki kurbanı oluşuna!... Aziz Padişahımızın içki batağında, serkeş dünyası ile tanışmasına!.. Bu büyük ve bir o kadar da talihsiz Padişahımızın nasıl böyle bir batağa saplanmış olmasının asıl hikâyesine: 
(IV. Murad 12 yaşında tahta geçtiği sebebiyle, devlet işlerini başkaları yürütmekteydi. Onun namına sözlerini geçirenler, annesi “Kösem (Mahpeyker) Sultan ile Kızlar-Ağası Mustafa Ağa” idi. 
Tarihi kayıtlar diyor ki: “Sultan Murad hayli küçük yaşta Padişah olmasına rağmen, devlet işlerine alâka gösterir ve her işi anlamaya çalışırdı. 
Zeki, çabuk kavrayışlı olan Sultan Murad’ın hafızası da kuvvetliydi. Osmanlı tarihinde saltanat ve hükûmet işlerine tesir ve müdahalelerde bulunan Saray Kadınları’nın en dikkate değerlerinden biri olan Padişah’ın annesi Kösem Slutan; Sultan Murad’ın yaşının küçük olduğu dönemde mühim şahsiyetlerden taraftarlar teminine ehemmiyet verdiği anlaşılıyor. 
Bize göre, Padişah cenahının her an daha kuvvetli olabilmesi için bu derece çaba sarfetmiş oldukları düşüncesine saplanmak, kısmen de değil, tamamen yanlıştır. Zira, daha sonraki kayıtlarımız, bizim ne derece isabetli düşünmüş olduğumuzu kesin şekilde doğrulayacaktır. Okuyalım ve görelim: 
(Bu kudretli, enerjik ve kanlı genç Hükümdar, hususi hayatında bir cins sapık idi. Tesadüfen koynuna girdiği ve belki de oğlan yapılı birkaç kadından çocukları oldu fakat Şehzadeler küçük iken ölmüşlerdi. 
Ömrü boyunca erkek yüzü çizgilerinin ve erkek vücudu yapısının hayranı oldu. Burada anası Kösem Sultan’ın terbiyesi üzerinde durmak lâzımdır. 
Osmanlı Sarayı Hareminin rakipsiz Valide Sultanı kalmak isteyen bu kadın, on-iki yaşında tahta oturtulan güzel oğlunun bir kıza gönül vermesinden ve bir gün karşısına gözde bir Haseki’nin çıkmasından korkmuş, çocuğu mütemadiyen; Enderun-u Hümaşyunun güzel, güzel oğlanları ile düşüp kalkmaya teşvik etmişti: “Arslanım... Padişahlar sûreti ve siyareti mahbub nedimelerle bâdesi gülfâma iltifat ede gelmiştir..” diyerek önüne içki sofraları kurdutmuş, divan edebiyatının mey ve mahbub terennümleri de Sultan Murad’ı o küçük yaşında büyüleyivermişti. Mahmud Gaznevi’nin Ayvaz’ı şöyle dursun, Dağ-Padişahı Köroğlu’nun bile Ayvaz’ı vardı. Asrının seçkin din bilgini ve büyük şairi ve kendisinin Şeyhülislâmı, Yahya Efendi gazellerinde oğlanların ayaklarını öpüyordu...) 
Evet, Kösem Sultan’ın kendi çıkarı ve kendi ikbali uğruna meydana getirdiği eser buydu. Yanî, Osmanlı tahtında oturan bir kasap, can alıcı bir canavar... Nitekim, Kösem Sultan’ın zaman, zaman bizzat hazırlattığı işret sofralarında gün be gün aldığı aşırı alkol yüzünden kişiliğini de şuurunu da yitirmeye başlayan IV. Murad Hân; 1638 Şubat’ında içki sofrasında hayli içtikten sonra, öz kardeşi Şehzade Kasım’ı öldürttü. Böylesine isnatsız bir sebeple kardeş katili olan IV. Murad’ı tüyler ürperten bu yanlışından anası Kösem Sultan dahi geri çevirememiş, ortanca oğlunu, büyük oğlunun yok edici pençesinden kurtaramamıştı... 
Bu feci durum karşısında, ne yaman bir yanlış yapmış olduğuna içtenlikle kanaat getirmiş bulunan Kösem Sultan, hemen her nevi tehlikeyi göze alarak, Yeni-Çeri Ocağı’nın en büyük Ağaları ile gizlice temas ederek, Sultan IV. Murad’ı tahtından almayı tasarladığı söylenir!.. 
Sultan Murad, Bağdat seferinden İstanbul’a döndüğünde hastaydı ve bu sebeple 4 ay içkiden uzak kaldı. 1640 Ocak ayında fenalaştı fakat, Ramazan Bayramına doğru biraz düzelir gibi oldu ve Bayram günü tebrikleri kabul için tahtına oturabilecek derecede iyi idi ve tebrikleri kabul etti. Bilahare Sinan Paşa Köşküne giderek, bazı hünerli kimselerin marifetlerini seyrederek hoşça vakit geçirdi ve daha sonra At-Meydanı’ndaki Saray’a giderek bir müddet istirahat etti. 
Akşam tertip edilen ziyafette, Silâhtar Paşa’nın ve daha başka hatrı sayılan konukların teklifleri üzerine yeminini bozup içki içti ve ertesi günü hastalanıp yatağa düştü ve bir daha kalkamadı. Hoca-i Sultani Şami Yusuf Efendi’nin nakline göre: zaman, zaman şuurunu yitiriyor ve böylece Saray eşrafını bir telaş alıyor; kimi mevkiini yitirebilme endişesiyle, kimi de yeni padişah döneminde kendisine ikbal kapılarının açılabileceği hülyası içinde karmaşık hislerle sonucu bekliyordu.
Nihayet 8-9 Şubat 1640 gecesi, Şehzade Kasım’ı boğdurduğu odada hayata veda ediyor ki, koca saray’da bir başka oda yokmuş gibi, Şehzade Kasım’ı boğdurduğu odada can vermesi, gerçekten dikkatlere şayandır?!.. 
Gayet değerli ve inanılır tarihçilerin, bizlere sundukları eserlerinden derleyerek meydana getirdiğimiz bu iki bölümlük makale, hemen bir çok sualin cevaplarını verebilecek kapasitede, küçük bir tefrika olarak, değerli okuyucularımıza aktarılmıştır. 
Tarihçilik mesleği, yazı dünyasının en zor ve en çok mesuliyet taşıyan bir koludur. Bir tarihçi veya tarih araştırmacısı eline geçen hemen her belgeyi kamuya sunarsa, ülkesi tarihine ve milletine iyilik değil, kötülük yapmış olur. İster isteyerek ve ister istemeyerek, nasıl olursa olsun; her öğrendiğini, her bildiğini kamuya açamaz. En azından vicdani ve millî anlayış açısından böyle bir davranış şık olmaz!... 
Merhum, son Halife Abdülmecid Efendi Cenapları ne gibi bir düşüncesinin ürünü olarak koca bir İmparatorluğun sükutundan 3-4 Padişahın sorumlu oldukları inancına saplanmış ve böylece bir risale yazmak mecburiyeti hissetmişlerse biz bilemeyiz?... Bildiğimiz tek gerçek; İmparatorluğun feci bir yenilgi neticesi yoklara karışmasında Padişahların değil, doğrudan kendi mali hülyaları uğruna, asırlara dayanan muhteşem bir mazisi bulunan koca bir Osmanlı-Türk İmparatorluğunun acı bir sonla tarihin tozlu sahifelerine kayıp gitmesinin sorumluları bir takım Paşalardır!... Meselenin bu kadarını bilmek için de ne büyük bir tarihçi veya müneccim olmaya lüzum yoktur.