SİYASETEN DE OLSA, HER FANİ HADDİNİ BİLMELİDİR!... 

Evet! Siyaseten de olsa, hemen her faninin haddini bilerek, kırmızı çizgiyi aşmaması, sadece fertlerin kimliklerini değil, aynı zamanda ülkenin millî menfaatlerine de büyük çapta zarar verebilir!... 

Bilhassa muhatap alınan kişi şayet vefat etmiş ise, daha da dikkatli olunması şarttır. Zira, söz konusu şahısın vefat etmiş olması, kendini müdafaadan yoksun olduğunu gösterir ki, bilhassa bu durumun dikkatlere alınması her açıdan elzemdir. 

Merhum Alpaslan Türkeş, millî anlayışa yepyeni bir ruh katmış, millî anlayışın, millî sevginin boyutlarını adeta hudutsuz kılmış, hemen her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının vatanın has evlâdı olduğu görüş ve inancıyla hareket etmiş ve böylece nice genci, renksizler âlemine kayıp gitmekten kurtarmış; “vatan sevgisi, millet sevgisi, milli bütünlük gücünün ne yaman bir kuvvet teşkil ettiğini” yeni nesillere öğretmekle bu uğurda kendi hayatını hiçe sayarak, bütün ömrünü bu mukaddes inanca bağlamış ve böylece yaşadığı devre damgasını basabilmiş hakiki manada bir Lider olarak, ebediyete göçmüş bir eşsiz asker ve siyaset adamı idi. 

Şimdi bakıyoruz ki, Türkeş bahsi geçtiğinde “darbeci” tabirini kullanan kimseler, o büyük insanın asıl kimliğini, siyasî yapısının ne yönde olduğunu pek anlayamamış olmanın yanlışı içinde bocalamakta ve TBMM böylesi anlaşmazlıklar içinde, aynı siyasî partide olan parlamenterleri dahi karşı karşıya getirebilmektedir!.. 

Bütün bu vak’alar bizlere bir tek faktörü göstermektedir ki, asıl tehlike de bu noktadadır. Zira insanlarımızın yek diğerine bilhassa böylesi konularda acımasız davranması, yarınlarımızın, sağlam bir görüşün ışığında olmadığını ve bazı açılardan bir meçhule sürüklendiğimizi açıklıkla göstermektedir!.. 

Aynı siyasî kuruluşun çatısı altında ferdi inançları her ne olursa olsun, kader birliği edilmişse, mezkûr kuruluşta Parlamenter olarak görev yapan bir değerli zatın, en azından şahsı dikkate alınarak, daha bilinçli hareket edilmesi şarttır!.. 

Bakıyoruz ki, bunun tam aksi hareket edilmiş ve bir Parlamenterimiz, AK Parti İstanbul Milletvekili Kutalmış Türkeş’e rağmen, merhum Türkeş’i kendi değerlendirmesiyle “Darbecilikle” itham etmiş ve böylece her iki taraf arasında köprülerin atılabileceği bir ortam zuhur etmiş ve neyse ki, diğer AK Partili parlamenterler tarafından durum yatıştırılmış. Dahası AK Parti, Sayın Kutalmış Türkeş’in anneleri, Seval Türkeş Hanımefendilerine de temas kurularak durumdan haberdar edilmelerini sağlamak, mezkûr düşünceye parti kanadından hemen hiçbir kimsenin ortak koşmadığı bildirilmiş. 

Merhum babası hakkında ağır ithamda bulunduğu gerekçesiyle genç Türkeş’i harekete geçiren AK Partili Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar olmuştur. 

Gelelim meselenin bizleri rahatsız eden yönüne. Her daim aynı tabir kullanılır: “27 Mayıs 1960 darbesinin kudretli Albayı Türkeş”. Zaruret zuhur edince mecburen, Türk Silâhlı Kuvvetleri adına idareye el koyan 38 Subay içinde en ziyade dikkatleri çeken hiç şüphesiz Türkeş olmuş ve fakat, sonradan aralarındaki görüş ayrılıkları yüzünden 38 kişi arasında bölünmeler zuhur etmiş ve merhum Türkeş kendileri de dahil 14 kişi gece evlerinden alınarak yurt haricine sözde görevli olarak sürülmüşlerdi. 

Bu durum, “Millî Birlik Komitesi”nin sessizce ikiye bölünmüş olduğunun resmi idi. İstanbul Üniversitesi’nin ünlü Rektörü “Ord.Prof.Sıddık Sami Onar’ın idamlar konusunda nasıl bir rol oynamış olduğu hakkında muhtelif kaynaklarda hayli detaylı bilgi mevcuttur. Şimdi soruyorum, bu zat-ı muhterem hakkında kaç kişi, ne derece bilgi sahibidir?... 

Merhum Türkeş’in Hindistan’dan merhum Cemal Gürsel Paşa’ya gönderdikleri mektup hakkında da, bir çoğumuz bihaberdir inancındayım ki, idam kararlarının derhal iptal edilmesi hakkında kaleme aldıkları bu mektup, gerçekten yakın tarihimizin gayet önemli belgelerinden birisidir. 

Mektubu alan Gürsel Paşa, Türkeş’i haklı bularak, idamların infaz edilmemesi hususunda, “Yassı-Ada Komutanlığı” ile temas kurmaya çalışmış ve fakat her ne hikmeti var ise, bir türlü irtibat kuramamışlardır?.. 

Saygıdeğer, merhum Türkeş, ilk gençlik yıllarından, henüz bir Teğmen olduğu dönemden itibaren akla gelmedik çilelere duçar olmuş, nice çilelere muhatap olmakla birlikte hemen hiçbir surette yılmamış ve bu mücadelesi, vefat ettiği güne kadar devam etmiştir. 

Bizim mütevazı sütunumuz, bütün bunları tek, tek ele alıp, belgeler ışığında değerli okuyucularımıza sunabilme imkanından yoksundur. Ancak, bütün buna rağmen, kendilerinin sadece bir ihtilâl Subayı, bir “Darbeci” olarak günümüz insanına aktarılmasına, şiddetle karşıyız!.. 

Bendeniz, kendilerini yakından tanıyabilmiş, kendilerine can-ı gönülden hizmet sunmuş bir neferi olarak, Cenab-ı Hakkın izniyle yaşadığım müddetçe kendilerini hiçbir surette unutmayacağıma yemin etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım! 

Başbuğ Türkeş’in mücadele verdikleri (1967-1997) yılları Türkiye’nin var olabilme savaşı verdiği pek dehşetli bir dönemdi. O yılları hatırlamak dahi, inanın tüylerimi ürpertmeye yetmektedir!... 

Meselâ, 1967’lerde İstanbul Kapalı-Çarşısı’nın Çarşı-Kapu girişinin hemen karşısında bulunan meşhur çeşme ve çeşmenin hemen altında oturan meşhur Millî Piyangocu ve ayakları kesik Ermeni asıllı Hampar, Kapalı-Çarşı’nın bahse değer sembolü olarak bilinir ve Çarşı’ya her gidişimde muhakkak Hampar’ı ziyaret eder, kısa da olsa ayaküstü sohbet ederdik. Yine bir gün sohbet ederken birkaç genç geldi ve yere serdikleri mecmuaları göstererek: (Bu çarşıdan azınlıkları silip, atacağız! Elde ettikleri haksız kazançla servetler meydana getirdikleri haksız servetlerine el koyacağız vs.)

Daha sonra ne oldu? Şu oldu; bir çok Gayr-ı Müslim dükkâncı, işyerlerini terk ederek, yabancı ülkelere göç ettiler. Bunda kazançlı çıkan kim olmaktaydı Müslümün Türk mü?... Hayır kazançlı çıkanlar her zamanki gibi, Türkiye’yi bölüp, parçalamak isteyen yabancı unsurlar olmuştur. 

Benim merhum Türkeş’le yakın temas kurmam ve o zamanki adıyla M.K.M.P. üyesi olmam ki, bizzat merhum Türkeş, şahidim olarak kayıt işlemimi yapmış ve böylece Türkeş’in neferi olmam sağlanmıştı. Neferi diyorum, zira biz kendilerini bir sayisî parti başkanı değil de, Liderimiz olarak benimsemiş ve bu durum hep aynı özelliğini sürdürmüştür. 

Adana, Sergi-Sarayı’nda icra edilen 1969 Kongremizde bendeniz merhum Dündar Taşer’in şeref listesinden kontenjan adayı olarak seçimlere iştirak ettim. 1969 Kongresinde partimizin adı değişmiş ve (M.H.P.) adını almıştı. Günümüzde hâlâ amblem olarak kullanılan “üç-hilâl” sembolü de acizane bendeniz tarafından önerilmiş ve ekseriyetle kabul edilmişti. Eski MHP’lilerin hemen hepsi de bu durumu bilir. Günümüz MHP’si ise bizi ne görmek ve ne de hatırlamak istemektedir. 

Bendeniz niçin merhum Türkeş ve partisini seçmiştim? Onu da arz edeyim efendim. Biz Türkiye Ermenilerinin, DP’nin devamı görerek benimsediği AP, gördüğüm kadarı ile bizleri sadece kullanmakta ve ciddi bir bağla bizleri sevindirmeyi hiç mi hiç düşünmemekteydi. Şellefyan ile Takvor Kamer beyler ise mensubu bulundukları cemaati kendileri açısından bir kazanç kapusu olarak değerlendirmekteydiler ve böylece bendeniz bir başka siyasî kuruluşa ihtiyacımız olduğu inancıyla hareket ederek, merhum Türkeş’i tercih ederek müracaatta bulundum ve iyi ki, öyle olmuş. Çünkü, bu büyük insanla tanışmam ve hizmetine girmem, bendenize çok şey öğretmiştir. 

Şu husus kesin olarak bilinmelidir ki, merhum Türkeş ne ırkçı ve ne de devrimci olarak siyasî hayata atılmış değildir. Türkeş’in milliyetçilik anlayışı ülke bütünlüğünü kapsayan Türkiye insanlarının topyekûn bir bütün olarak ele alıp; “Müslim, Gayr-ı Müslim” nevinden yakıştırmaları hiçe sayıp, bütünleşmeyi esas alması olmuştur. 

Hemen hiç durmadan, kendilerini Türk Milletine “Faşist, devrimci” gibi sivri sıfatlarla tanıtmaya çalışılması, bir çok insanımızın yanlış şekilde değerlendirmesine başlıca sebep teşkil etmiştir. 

Bu durum, gerçekten pek büyük hatalara yol açmış ve en azından o büyük insanın bazı kimselerce kendi diledikleri şekilde tanıtılmaya çalışılması, renksiz ve art niyetlilerin işine yaramıştır. 

Meselâ; Türkeş ve Aydemir, “21 Mayıs olayları üzerine kurulan” Mamak I numaralı Askeri Mahkemesinde siyasî inançlarını ifade ettiklerinde, Türkeş’in tüm tahminleri şaşırtan şu görüşü mahkemeye sunuşu, gerçekten insanı derin, derin düşündürecek bir özellikte olmuştur. Buyurun hep birlikte okuyalım: 

Türkeş: (Ben en kötü demokratik idareyi, en iyi ihtilâl idaresine tercih ederim.) 

Görülüyor ki, hafızalara yerleştirilmek istenen Türkeş ile gerçek Türkeş arasında dağlar kadar fark vardır ve bu farkın millet tarafından görülmesi istenmemektedir!.. 

Ancak, günümüzde bir çok engel aşılabilmiş, teknolojinin de yardımı ile, uzak diyarlara dahi haber ulaştırabilmek, normal mesai içinde hal edilebilmekte idi. 

1960’lı yılların muhasebesini yaparken, pek derinlere inmemek, benim açımdan elzemdir. Zira, Türkeş’in istifa durumu, hem de hemen hiçbir baskı görmeden istifa edişi; kamu da derin izler bırakmış, bir çok Askeri üste dedikodu mevzuu teşkil etmişti!.. 

27 Mayıs Darbesinden tam beş buçuk ay sonra “13 Kasım 1960 sabahı” kendilerini o günlerin en güçlü insanları sanan 14 İhtilâlci kendilerini Millî Birlik Komitesi üyeliğinden düşürenleri, tanıyabilme fırsatını dahi bulamamışlardı. Türkeş ise; Başbakanlık Müsteşarlığından istifa etmiş olmasının hiç de iyi olmamış olduğunu düşünmekteydi!.. 

Bu durum üzerine harekete geçen CHP, tenkitler, dedikodular ve bilhassa ustası oldukları diğer yıpratma metotlarına hız kazandırmıştı!... 

Bütün bu olaylar bir diğerini takip ederken, Gazeteci Arslanyan bir yabancı gazetede Türkeş’i öven uzun bir makale yazmış ve mezkur yazı pek tutunmuştu. Ermeni asıllı Arslanyan yazısı bazı gazeteler tarafından da iktibas edilince, Aydın Yalçın; hem Türkeş’in ve hem de Arslanyan’ın ağızlarının payını verebilmek gayesiyle: “Müfrit Kutuplar Birleşir” serlevhasıyla bir baş-yazı hazırlamıştı. Ancak, Gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü, baş-yazıyı hiç tereddüt etmeden buruşturup sepete atmış ve böylece, Aydın Yalçın’ın özel bir ihtimamla hazırladığı yazı güme gitmişti!..

AK Parti bünyesinde yer alan merhum Türkeş’in mahdumu Sayın Kutalmış Türkeş, mensubu bulunduğu AK Parti’den böylesi bir olayla karşılaşmaları, elbette ki, haklı olarak kendilerini ziyadesiyle üzmüştür. Ancak, AK Parti’nin derhal meseleye el koyması ve merhum Türkeş’in Hanımı, Sayın Seval Türkeş’e bu konuda üzüntülerini bildirmesi, Türkeş ailesini bir nebze olsun yüreğini ferahlatmıştır inancındayız!.. 

Bakıyorum ki; CHP, AK Partiye, o da CHP’ye çatıp durmakta ve böylece kimse, kimseyi anlayamamakta olmasına rağmen, bazı menfi unsurlar mezkûr ortamdan azami derecede istifade edebilmektedir!.. 

MHP kanadına gelince; (Üç-Hilâl) sembolünü parmaklarına dolamış, AK Partiye saldırıp durmaktadır!.. 

Beyler! Baştan beri söylediğim gibi, zaman çatışma değil, birleşme zamanıdır! Bizler yek diğerimizle didişirken, canım Türkiye’mizi bölüp, parçalamak isteyenler adeta sevinçlerinden uçmaktadırlar!.. 

Saygıdeğer okuyucularım! İnşallah yeni bir makalemde buluşabilmek dileğimle cümlenize hayırlı günler diliyorum efendim.