Halk arasında, “Şiir yazar mısınız?” diye bir anket yapılsa, yediden yetmişe halkın hey’et-i umumiyesi, “Şairim!” cevabını göğsünü gere gere verecek! Bu husûs, harsî vaziyetimizin müşahhas, hazin bir tezahürü, düşürüldüğümüz harsî derekenin de, şimdiki seviyesidir. Düşüşün ber-devam oluş keyfiyeti ise, ayrı bir hicran yarasıdır.
Ne tuhaf her eline kalem alanın, güya şiir yazdığı, şair geçindiği hazin bir zamandayız.
Memnunuz, çünkü şiir yazmaya kalkışmayı, bir nevi insanlığa teveccühün nişanesi addediyoruz. Üzgünüz! Zira cür’etin cehilden neş’et ettiğini biliyoruz. Tevekkeli dememişler:
“Cür’et cehaletten doğar.”
Merhum Orhan Seyfi Orhon, bu millî yaraya ehil bir kalem olarak eğilmiş; edebiyatımızın, bilhassa, şiir sahasındaki düşkün hâlini “Şair bir san’atkârdır” yazısında dile getirmiştir:
“Hiçbir devirde Türk şiiri böyle bir anarşiye düşmemiş, bu derece sahtekârlığa uğramamıştır. On yedinci asırda Sâbit’in sadrazam Mehmed Paşa’ya yazdığı Ramazan Kasîdesi’nde:
Şuaradan müteşairleri temyiz eyle
Ayrıla gayrı ısırgan dikeninden Reyhan
Deyişi de bugünkü sahtekârlık için değildi. Şiir en değersizler için de bir san’at eseriydi.
“Ahmed Haşim, Cenab Şahabeddin’in yabancı kelimeler ve terkiplerle dolu, fazla süslü dilinden bahsederken diyor ki: ‘Herkesle beraber ben de bu süslü, zarif fakat sahtelikle mâlûl lisanı fazla yüklü bulmaya başlamıştım. Geçenlerde tenha bir gece gezintisinde unutulmuş zannettiğim şairin bazı mısralarının, mehtapdan cesaret alan, titrek kış kuşları gibi, birden hâfızamın uzak dalları üzerinde ötüştüklerini duydum. Râşe içinde kaldım:
Düşmüştü siyah-reng-i şebe şebnem-i sîmîn,
Şebnem gibi titrerdi kamer leyl üzerinde.
“Bu eski dil’in, kullanılmayan bugünkü düşkün kıymeti hâricinde anlattığı gece âlemi, gözlerimizin alıştığı o köhne âlem değildir: Gece, büyük ve siyah bir yapraktır. Kamer bu yaprağın üzerinde iri bir şebnem tanesi gibi duruyor. Bu garip ve güzel şiir manzarası eski olmak şöyle dursun, hattâ bu sahada henüz varmadığımız bir yenilik ve tazelik merhalesindedir.’
“Kelimelerin uyandırdığı hayal ve musikiyi seven Hâşim’in, bu iki mısraı anlayışı, şiir anlayışıdır. Şiir, öyle bir san’attır. Şâir, bunu yapabilen san’atkârdır.”
Şairliğin üssülesası üç şartı istilzam eder. Ancak mezkûr üç esas vasfı kendisinde mezc eden bir fıtrat-ı nâdire, şâir denmeye hak kazanır.
Şâir, evvelemirde fıtratında neşv ü nemaya muntazır bir çekirdekle dünyayı teşrif  eder. Yani mevhibe-i İlahî / Allah vergisi ile doğar.
İstikbalin şairi olma emareleri, tâ  çocukluk çağından başlar. Bu emareler bilhassa hissiyat ve hassasiyetinde tezahür eder. Basîret sahipleri istikbalin marufu şimdiki meçhulleri arifane sezerler.
Hatta, nice meşhur şairler şairliklerini bu gibi zevatın tebşir ve teşvikine medyundurlar.
Sedefin; sinesindeki inciden habersiz oluşu gibi. Meğer ki avcılar keşfetmeye görsün.
Ziya Paşa ne güzel ifade etmiş:
“Vardır iki şart-ı şâiriyet:
Evvelkisi kabil-i hilkat.
Bazı kula Hak eder inayet,
Bir nîmet-i hastır tabiat.
Şâir, şâir doğar anadan,
Âsârı görünür ibtidadan.”
Toprağın; envai çeşit tohumları sinesinde barındırdığı, ancak bunlardan sonra gübrelenen, ayıklananları gün ışığına kavuşturuşu gibi; şâir de sadece fıtratındaki mevhibe-i İlahî ile şairliğe yükselemez.
Çünkü “…Şâir doğmuş olanlar bile nazm etmek kabiliyetini yavaş yavaş edinirler. Şâirin şâir olarak doğduğuna dair eski bir itikat vardır ki doğrudur, hiçbir edebî terbiyeye muhtaç  olmaksızın yetişebileceğini iddia edenlerin sözleri ise efsanedir…” (Yahya Kemâl)
Zira şair bildiğimiz nice büyük zevat şair oldukları için büyük değiller; ancak âlim oldukları için şairdirler. Binaenaleyh, şairliğin ikinci mühim istinadgâhı ilimdir.
Şair; milletin örf, âdet ve an’anelerini bilen, dinin künhüne hey’et-i umumiyesine bihakkın vukufiyet kesbeden, hususî ve umumî cihan tarihini ana hatlarıyla kavramış  bir âlim hüviyetini kazanmış olmalı.
Hususan lisanın  -âlet ilmi olması hasebiyle-  bütün inceliklerine nâfiz ve sehl-i mümteni’ bir kalem erbabı hüviyetini ihraz etmelidir. Zira şâir de, bizim gibi insandır. Onun hissettiklerini lâlettayin kimseler de hisseder. Fakat aradaki fark, şairin hissiyatını terennüm edecek, maddî- manevî mertebeye yükselebilmiş olma keyfiyetidir.
Âkif, şairliğimi yüzde doksan dokuz çalışmaya, yüzde bir ilhama borçluyum, derdi. Buna en büyük delil  “İstiklâl Marşı”nın yazılış hikâyesidir. Çünkü  “İstiklâl Marşı”nın dinleyeni; vecde getirici heyecanlara gark edişi, yazılışındaki destanımsı cehd ü gayretten ileri gelmektedir.
İşte, “Taceddin Dergâhı”; “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar” misali, “İstiklâl Marşı”nın yazılış keyfiyetine şahit olmuş, müstesna bir hatıratın öz sahibidir.
Yahya Kemal de aynı görüşün sahibidir. Şiirlerinin tamamlanış seyrinde takip ettiği uzun yol bunu fiilen ispatlar.
“…Şiirlerinin kronolojisini tespit için konuştuğum zaman, Yahya Kemal bazı eserlerini on, bazılarını yirmi yılda tamamladığını söylemişti. Bir parça elmas bulmak için bir dağı devirmek gibi bir şey bu. Ama bir de şiir kemâle erdi mi, artık yıldız gibi gökyüzünde parıldar. Kimse onu oradan indiremez…” (Mehmet Kaplan)
Yukarıdaki şairlik hasletlerini Ziya Paşa edibâne bir  tarzda dile getirmiştir:
“Sâni-i şürut-ı şâiriyet:
Tahsil-i maârif  ü fazilet.
İlm olmasa şair olmaz insan.
Dilsiz söze kadir olmaz insan.
Sayeyle ulûma mukdimane,
Ezcümle bedi’ ile beyana.”
İş, bu kadarla da bitmez. Şâir bu da değildir. Kendisini bu mertebeye yükselten âlet ilimlerinin idrâki içinde, fakat onlardan da azâde olmasını bilecektir.
“Şair, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan, fakat onu aştığı, gizlediği, peçelediği ve manâyı ve edayı onun verasından devşirebildiği nispette nadirleşen büyük ustadır.” (Necip Fâzıl)
Üstadı edîbimiz, daha da ileri gider, Şeriat çerçevesinde fakat onun üstünde fenafillah mertebesine kanat açma misali şair’i, visal arzusuyla pervaz ettirir. Hakk aşığı meczup misali yeni ufuklara kanat çırptırır.
Şair için: “Allah’ın mahrem ülkesi meçhûller âleminin derbeder seyyâhıdır.” Der…   
Yenişehirli  Avni’nin:
“Şair ona derler ki, iki âleme pinhan
Bir cevv-i bedâyi’de serîü’t-tayerandır.”
Dediği gibi.