Şık bir sosyete ve de şık bir halk hareketi dediğimiz zaman, ikincisinin birincisinin devamı olduğunu görürüz. Zira her ikisi de bir elmanın iki yarısı misali birbiri ile bağlantılıdır. İlk şu noktayı işaret etmek isterim: (Şık bir Halk Hareketi) şekli nasıl olursa olsun, hemen her ihtilal zaruretten doğmuş bir harekettir ki buna şık yaftası yapıştırmak, hiç de hoş olmaz!... Niye olmaz? Olmaz çünkü; her ne kadar iyi niyetle hareket edilirse edilsin, iki taraf arasında meydana gelecek hasımlıklar, -ki bu muhakkaktır- ülke içinde bölünmeler meydana getirir ve bu da ülkeyi yutmak isteyen bazı devletlerin ekmeğine yağ sürer ki, böylece sessizce devreye girer ve yine sessizce mezkûr hareketin ya yönünü saptırır veya hareketi uygulayanlar arasında bir takım anlaşmazlıklar meydana getirterek iğrenç emeline böylece ulaşır!.. Nitekim, merhum Alparslan Türkeş, tarihi savunmalarında bir şekilde bu hususu dile getirmişlerdir: -: (27 Mayıs Hareketi’ni biz hiçbir zaman bir ihtilâl olarak tasvip etmedik. 27 Mayıs bir ihtilâl değildir. Bir ihtilâl olarak hazırlanmamışdır. Biz bu harekete, bir asayiş hareketi veya “AK DEVRİM” dedik. 27 Mayıs bir ihtilâl değildir. Bir ihtilâl olarak hazırlanmamıştır. Biz şu hâlde 27 Mayıs’a katılmış insanlarız. 27 Mayıs’tan önceki hüviyetimiz Türk Ordusu içinde hizmet eden mütevazı bir subaylıktır. 27 Mayıs ise kanunla bayram hâline getirilen millî bayramlardan biri olan bir hadisedir. O hâlde 27 Mayıs’a karışmak, ondan sonra memleket hizmetlerinde vazife almak suç olmaz. O hâlde neden 13 Kasım’da yurt dışına gönderildik? 13 Kasım’dan dolayı kimse bizi mesul tutamaz. Esasen 13 Kasım bize bir mağduriyet yüklemiştir ve yurt dışına gönderilme; mevcut 27 Mayıs Anayasası’nın ihlâli şeklinde olmuştur.) Merhum Başbuğ Türkeş’in tarihi savunmasından aldığımız yukarıdaki cüz’i pasaj dahi; “27 Mayıs 1960” harekâtının sonradan bazı bilinmez kimseler tarafından nasıl esas maksadından uzaklaştırılmış olduğunu açıklıkla göstermektedir. Bunu görememek için ya taraf veya tamamen basiretsiz olmak lâzımdır!.. Makalemin buraya kadar olanı, “10 Şubat 2011 Perşembe” tarihinde yazdıklarıma aittir. Daha sonrakiler ise, “14 Şubat 2011 Pazartesi” günü yazdıklarımdır. Yânî bu mütevazı makale iki ayrı tarihte tamamlanmıştır. Niçin denecek olsa, rahatsızlığım dolayısıyla oldu lâkin bir yerde işime yaradı diyebilirim. Çünkü, bu müddet zarfında; hem Hüsnü Mübarek meselesi noktalanmış ve hem de bazı değişik hadiseleri izleyebilme imkânı sağlanmıştı ki; bütün bunlar, benim makalem için birer değerli materyal olmuştur. Şimdi dönelim mevzuumuzun özüne. 30 yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde “Amerikan Emperlaizmi”nin hemen her isteğine boyun eğmekten gayrı hemen hiçbir şey yapmamış bulunan ve de ismi ve soyadından gayrı da hiçbir özelliği bulunmayan bu zavallının; bütün dünya devlet başkanları ve Parlamenterleri’nin yanı sıra; bazı çok bildiğini sanan kalemşorlarına da ibret olması lâzım değil midir?... Tabii ki şiddetle lâzımdır! Ancak, bilhassa dün yediğini bugün unutmaya ve ancak, her ne hikmet ise; yabancıların fısıldadıklarını kulaklarına küpe eden bizlerin bilhassa sadece ibret de değil, aynı zamanda kendisine hisse çıkartması, en azından “Millî Menfaatlerimiz” icabıdır ama ne gezer. Hani bizim unutkanlık gibi bir alışkanlığımız var ya, işte o meret alışkanlık, bu noktada bizim basiretimizi bağlayabilmektedir!... Birkaç gündür, elimden geldiğince günümüz tabiri ile adına Medya denen “Yazılı ve görüntülü basını” takip etmeye çalıştım ve hülasa olarak bir acı gerçekle karşı, karşıya kaldım: (Mısır Meselesinde, bazı istisnalar dışında, çoğunluk ABD ağzı kullanmaktaydı ve hâlâ öyledir?!..) Meselâ; Sayın Obama ile Sayın Başbakan’ımızın, Mısır’ın geleceğini 20 dakika görüşmüş olduklarını gazetelerde okumuştuk ve aklımda kaldığı kadarı ile ben de o meseleye temas etmiştim. Düşünün Mısır öyle basit bir adacık değil koca ve en az tarihi değer taşıyan bir Kralığın devamı olan bir ülke olmasına rağmen: (Mısır’ın istikbalini 20 dakikada iki yabancı Devlet büyüğü görüşebilmektedir?!..) Hz. Allah hiçbir ülke halkını böylesi bir hâle muhatap etmesin!.. Muhtelif tarihli gazetelerimizden bazı başlık ve haberlerden küçük pasajları aynen alıyorum. Hep birlikte okuyalım: “Milliyet” Tarih: 2 Şubat 2011 Çarşamba. (Mübarek, konuşmasını yapmadan önce ABD Başkanı Obama’nın özel temsilcileriyle buluştu. Obama’nın Mübarek’e Eylül seçimlerinde aday olmaması yönünde mesaj gönderdiği duyuruldu.) “Milliyet” Tarih: 3 Şubat 2011 Perşembe. (FİRAVUN’UN KANLI OYUNU! Göstericilerin karşısına yandaşlarını çıkartan Mübarek, Mısır’ı iç savaşın eşiğine getirdi. ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Mübarek’in yardımcısını arayarak olayı kınadı ve soruşturun dedi.) “Milliyet” Tarih: 11 Şubat 2011Cuma. SAMİ KOHEN’İN YORUMU’NDAN: (Tunus’la başlayan, Mısır’la hâlâ devam etmekte olan ve diğer bölge ülkelerine de yayılma istidadını gösteren halk hareketleri, şimdi Ankara’yı bu seçenekler üzerinde bir “ince ayar” yapmaya zorluyor vs.) Evet Yazar Kohen Bey’in özellikle dikkatlere çektikleri husus hiç de yabana atılacak cinsten değildir. Zira o meşhur, “Orta-Doğu Projesi”nin özellikle dikkatlerimizden uzaklaşmamasını hatırlatan bir uyarı olsa gerek diye düşünmekteyim!... Aslında “Orta-Doğu Projesi” meselesine (1948 Filistin Katliamı) vak’ası’nın zuhuru tarihinden itibaren eğilmek ve Arap Dünyasını mercek altına almak, en doğru olanı olurdu ama, o tarihlerde belli başlı ülkeler; ABD’nin muhtelif âlânlardaki eşsiz propaganda telkinleriyle bütün dikkatlerini “Nurenberg Mahkemeleri” ile ABD’nin “Dünya Jandarmalığı” mevzuatında tek Devlet olduğu inancıyla adeta yoğrulmuş durumdaydı!... Meselâ: Kore ve Vietnam Savaşları dahi çoğunluğu uyandıramamış ve bir Sovyet Rusya’nın Varşova Paktı ile Batı’nın lideri ABD’nin Nato Kuvvetleri arası siyasî sürtüşmelerle hemen her millet uyumuş durmuştur!... Düşünün aslında hemen hepimiz, bütün dünya düşünmeliyiz: Koskoca Sovyet Rusya İmparatorluğu nasıl oldu da birden bire, bir kâğıttan kale misali yıkılıp gitti?!.. Yok uzay yarışmasından, yok şundan, yok bundan hemen hepsi de birer uydurma sebeplerden ileri gitmez. Çünkü, onun altında yatan sır da değil, apaçık meydanda olan bir gerçek “Dünyayı İdare eden Gizli Güç” öyle istedi öyle oldu. Bu öylesine bir güç ki, adeta örümcek ağı gibi bütün cihanı sarmış durumda... ABD’nin 1945’lerden beridir ki, umum insanlığı gayet iğrenç metotlarla kandırdığı, hemen her devletin iç işlerine karışarak, ülkelerin normal düzenlerini bozduğu ve daha neler, neler yaptığı: Hep Nazi zulmü, Hitler canavarlığı gibi masallarla örtbas edilmeye çalışılmıştır. Masal diyorum. Çünkü, Nazilerin Almanya’sı çoktan yedi kat yerin dibini boylamış durumdadır. Neo-Nazi Hareketleri’nin arka plânını incelediğinizde tamamı sahte Nazi Hareketi olduğunu görebilirsiniz veya en azından hissedebilirsiniz!.. ABD, Saddam’ı kullandı, kullandı ve sonra kâğıt bebek gibi parçalayıp yok ettirdi. Efendim Saddam canavar imiş. Peki onu canavar haline gelebilecek gücü kim ve kimler sağlamış? Bu hiç düşünüldü mü?.. Koca bir hayır! Soruyorum 30 yıldır ülkesini dikta bir sistemle yöneten Hüsnü Mübarek yeni mi keşfedildi?.. 30 yıldır devamlı olarak ABD ve İsrail menfaatlerine kesin hizmet veren bu adam şimdi mi kötü oldu?... Soruyorum şimdi mi?... Demem odur ki, dikkat edelim de aynı oyun bizim ülkemize de oynanmasın. Bu tehlike her an varittir. Çünkü Orta-Doğu bizim de hemen her açıdan hareket sahamızdadır!... İnşallah yeni bir yazımda buluşabilmek dileği ile mutlu tatiller dilerim efendim. Bu makale: (10 Şubat ve 14 Şubat’ta yazılmıştır.)