Felsefeci, antropolog Rene Girard’la yapılan röportajdan yaptığımız alıntılarda görünen tesbitler; İslâm’ın insana bakışının ne kadar insanî olduğunun delilidir.

Hem de gayri müslim bir düşünür tarafından yapılan bu tesbit ve saptamalardan; İslâmda terörün olmadığı da anlaşılmış oluyor.

Ayrıca İslâmın gittiği yerlerde can alıcı değil; aksine hayat verici olduğu da görülüyor.

Aynı zamanda İslâmın tarih süreci içinde katettiği yolun, yıkıcı değil; yapıcı olduğu da kendini gösteriyor.

Çünkü İslâmın çekildiği ve çekilmek zorunda bırakıldığı yerlerde kendisine emanet bildiği halkların kılına dokunmadığı gün gibi âşikâr.

Bunun en somut örneği Osmanlı Devleti’dir. Çekildiği yerlerde, yöre halkı hiçbir şeylerinden olmamış olarak; asla kayba uğramamış şekilde kendi başlarına bırakılmıştır.

Fakat şimdilerde, Osmanlı kalıntısı Türklerin yerinde yeller esiyor. Varsa da çok az sayıda ve binbir güçlükler içinde hayat-memat âdeta ölüm-kalım mücadelesi veriyorlar.

Bir de İspanya’yı düşünelim. Hristiyanlar; asırlarca, öncesinde ve sonrasında yerli yerinde. Ya Müslümanlar? Öncesinde var olanlar, sonrasında nerede? İşte fark burada.

Bu kısa hatırlatma ve uyarıdan sonra gelelim alıntıya:

“İslâm tarihinde beni şaşırtan şey onun yayılma hızı. Gelmiş geçmiş en olağanüstü askerî fetihti. Barbarlar fethettikleri toplumların içinde çözündüler. İslâm ise çözünmedi ve Akdeniz dünyasının üçte ikisini kendine döndürdü.

“Bu yüzden, söylenegeldiği gibi arkaik bir efsane değildir.”

Evet İslâm tarihi hep gelişmiş, hep yükselegelmiştir. İslâm tarihi hep süregen olmuştur. Aynı yer ve mekânlarda devletlerin ismi değişse de aynı ruh, aynı mâna, aynı ideal hep canlı tutulmuştur. Ona hiç halel gelmemiştir. İlâyı Kelimetullah aşkı, ideali ve hedefi el üstünde tutulmuş. Her İslâmî devlet, bu İlâhî, kutsal hizmette az veya çok yerini almasını bilmiştir. Son olarak bunu en iyi şekilde Osmanlı Devleti gerçekleştirmiştir ki, tarih buna en büyük şahit ve tanıktır.

“Hattâ Hristiyanlıkta yaşanan şeyin bir yinelemesi -belli bakış açılarından rasyonalist bir yinelenme- olduğunu bile söyleyebilirim; bir tür vaktinden önce Protestanlık.” (Felsefeci, antropolog Rene Girard’la “Şiddet ve Kutsal” üzerine. Le Monde, 6 Kasım 2001, çev. Ayşe Boren. Cumhuriyet Kitap sayı: 730, 12 Şubat 2004, s. 21)

Nitekim, gerçek bu şekilde değil midir? Hakiki Hristiyanlık, zamanın hak diniydi. Peygamberi Hz. İsa, hak peygamberdi. Hz. İsa’ya verilen asıl İncil, Allahın hak kitabı ve kelâmıydı. Hz. Meryem ise, Hz. İsa’nın annesi olarak, Allah indinde kadınların başta gelenlerinden biriydi.

Nitekim İslâm; Hz. İsa’ya inanıyor. Kutsal kitap İncil’i kabul ediyor. Hz. İsa’nın muhtereme annesini yani Hz. meryem’i anne biliyor. Fakat zamanla İncil’in aslı kaybolmuş, tahrife uğramıştır. Hz. İsa ise efsaneleşmiş; aslî kimliği, asılsız şeylerle karıştırılmış. Annesine ise yersiz iftiralar yakıştırılmıştır.

Ortalık mânen kararmış, bir fetret devri, karanlık bir ara devir geçirmiş insanlık. İşte bu yüzden İslâm dini herşeyi aydınlatıcı ve yerli yerine koyucu olarak; Hz. İsa’yı gönderen yüce Allah; mukaddes İncil’i indiren yüce Rab tarafından, onları tasdik ve kabul eder; yepyeni bir din olarak gönderilmiştir insanlığa.

Peygamber olarak Hz. Muhammed; kitap olarak da Kur’an-ı Kerîm seçilmiştir; insanlık için insana. İşte bu gerçeğin farkına varışın ipuçlarını görüyoruz, bu samimi satırlarda.

İslâm gelmesiyle her şeyi yerli yerine oturtmuş. İnsana, insan için yepyeni ıp ışıklı bir yol göstermiştir. Bu yolda yürümek için, tarih boyunca, bütün İslâm devletleri, elinden geleni yaptı.

En son, bu mukaddes ve ulvî davayı, yani insanın maddeten ve manen kurtuluş davasını, bütün içtenlikleriyle -asırlarca- omuzladılar. Kanları ve canları bahasına.

İşte Sn. Felsefeci ve antropolog Rene Girard, yazdığı “Şiddet ve Kutsal” adlı kitabında, belli ki bu farkedişinin sızıntılarını bizlerle, tüm dünyayla paylaşmak istiyor.

“İslâmın ölümle olan ilişkisi, beni, bu dinin arkaik efsanelerle hiçbir alâkası olmadığına ikna ediyor. Bir açıdan bakıldığında, İslâmın ölümle ilişkisi Hristiyanlıkta gördüğümüzden daha olumlu. İslâmın ölümle kurduğu gizemli ilişki, onu bizim için iyice esrarengiz kılıyor.” (a. g. m. s. 20)

Derken de, insanın hayatına asıl yön verişte; ölüme bakışın, onun mahiyetine nüfus edişin ne kadar rol sahibi olduğunun da ipuçlarını veriyor.

Çünkü önceki hayatın tanzimi, sonraki hayatı bilmekten geçiyor.

Zira sonu biliş; önceki gidişatın rotasını tayin eden en mühim faktördür.