Şiddet Değil Minnet... 

Cumhuriyetin ilanının ardından, Mecliste kadın hakları ile ilgili ilk büyük tartışma, 1924 yılında Atatürk’ün kadınlara seçme seçilme hakkını gündeme getirmesiyle patlak vermişti. Trabzon mebusu Şükrü Bey önderliğinde bir grup bu öneriyi şiddetle reddetti. Hatta konunun şiddeti ve bazı vekillerin yumruklaşmaya varan tartışmaları öyle arttı ki meclis başkanı oturumu tatil etti.

Mebus Şükrü Bey ve beraberindeki bazı mebuslar kadınların seçme ve seçilme hakkı verilmesinin doğru olmadığını, çarşafının ardında, görünmeden, evde vakit geçirmeleri gerekliliğini savunuyordu. Sanki hiç yokmuşlar gibi davranılmalıydı…

Atatürk ve birçok mebus ise; Kadınlarımızın haklarını tırnaklarıyla kazıya kazıya aldıklarını belirtiyorlardı. Kadın haklarının bir an önce yasalaşması gerekiyordu. Topraklarımızı işgalden kurtarılırken, en az erkekler kadar mücadele etmişler ve yine en az erkekler kadar yönetimde hakları olduğunu göstermişlerdi.

Yazılı onlarca, yazılı olmayan ise binlerce örnek var. Ama mesela Ayşe nene; Gözünün nuru, son göz ağrısı küçük oğlu, birinci İnönü savaşında şehit düşmüştü. Büyük oğlunu da ikinci İnönü savaşında şehit vermişti. Bir anne olarak elbette yüreği taş bağlıydı. Ama “Kaderim böyle” deyip evine kapanıp, ahlarıyla vahlarıyla kendini baş başa bırakmadı. İngilizlerin el altından gizlice silahlandırdığı, İyonya hayali kuran ve Helen yani Avrupa ile Asya arasındaki bekçi olma heveslisi Yunan ordusu, Anadolu’nun kalbine ulaşmak üzereydi. Ahlanıp üzülmeye vakit yoktu.

Öte yandan Yunan ordusu, girdiği şehir ve köylerde yapmadık acımasızlıkları bırakmıyordu. Kendilerine şeytanın taburu ismini takan Yunan kuvvetlerinin yaptıklarını İstanbul’daki Padişahımız bile görmüyordu sanki!.. Bu yapılanlar bazı gazetelerde ifşa edilmesine rağmen, kınamıyordu. Her Cuma Halife olarak selamlığına çıkıyor. Ama hemen önünde cereyan eden Müslüman kadınlarımıza yapılan tecavüzleri, küçücük çocukların süngülenişini, diri diri Müslümanların yanışını, katliamları hiç dile getirmiyordu. Sanki okunan vaazı işgalciler yazıyordu.

Bu arada birçok gafil, sığ görüşlü insan da kendi çıkarları için Yunan ordusunun kazanmasını istiyordu. Yunanlılara o kadar yanaşmışlardı ki Türk Milliyetçilerinin savaşı kazanması halinde buralarda yaşayamazlardı.

Diğer taraftan şeyhülislam imzası ile “Yunan askerlerine karşı konulmaması” için yazılı afişler, İngiliz uçakları ile tüm Anadolu’ya saçılıyordu. 

Ayşe nene ve halk “İki yüz yıldır unuttuğunuz Anadolu’ya bugün destek vermenizi beklemiyoruz zaten” diyerek bu afişlere tepki gösteriyorlardı. İngiliz teslimiyetçilerine kendi ayaklarının üzerinde durabileceklerini göstereceklerdi. Ayşe nene köy köy dolaşıp gaddar, vicdansız Yunan askerinin karşısına çıkabilecek askerler topluyordu. Bulduğu gönüllüleri düzenli orduya teslim edip silah altına alınmalarını sağlıyordu. Ayrıca yine gezdiği köylerden silah, tüfek, süngü ne bulursa yeni kurulan düzenli ordu için topluyordu.

Savaş anında ise geriden lojistik destek sağlıyordu. Öküzüyle mermi taşıyor, yiyecek tedarik etmeye çalışıyordu.

Malzeme tedariki sırasında kendine yardıma gelen bir onbaşı; “Ayşe nene evlatlarını şehit verdiğini duydum, ama bu senin mücadeleni etkilememiş. Kocaman yüreğinle var gücünle savaşıyorsun.” dediğinde… Ayşe nene “Ben evlatlarıma namus sözü verdim onbaşım, yalnız evlatlarımın değil bütün mazlumların öcü alınmadan asla durmayacağım.” diyecekti…

  

Bu konuşma kısa sürede tüm siperlerde duyuldu. Askerlerimizin hem gözü doldu hem yüreği coştu. Ayşe neneye minnet duyuyorlardı. Onu kendilerine örnek aldılar. Kadınlarımız da askerlerimiz kadar saygıyı, hürmeti hak etmişlerdi.

Yine Debreli Hasan kitabımda da adını ifade ettiğim, İbrahim Kaye’nin bu konu ile ilgili güzel bir hatırasını paylaşmak isterim.

Kuvayi Milliye döneminde kardeşi ve Kuvayi Milliyeci arkadaşlarıyla birlikte Maraş ve civarında yoğun olarak İşgalciler ile mücadele ediyorlardı. Anavatan Rumeli’de, işgal edilmenin acısını en derinden yaşamışlardı. Rumeli’de bağımsızlığını kazanan ülkeler, ilk olarak Türkleri göçe zorlamaya başlamışlardı. Şimdi de anavatan Anadolu’da aynı duyguları tatmak istemiyorlardı. Bir kez daha ve bu sefer Asya’ya doğru olası bir göçü kaldıramayabilirlerdi. Kardeşi Halil Onbaşı önderliğinde Maraş bölgesinde güçlü bir birlik kurdular. İşgalci avlıyorlardı. Aralıksız, var güçleriyle savaştılar.

Bir seferinde Tahtalı dağlarının eteklerinden süzülerek Tufanbeyli’de mesken tutmuş, Fransızların desteklediği Ermeni çetenin peşine düşmüşlerdi. Yine çetin bir mücadeleye girmişlerdi. Bu mücadelenin içinde başka Kuvayi Milliyeciler de vardı. Izdırap çeken Tufanbeyli kısa sürede kurtarıldı. Korku ile dağlara kaçan halk, şehre geri geldi. Caddeden atlarıyla geçen Kuvayi Milliyecilere nidalar atarak, sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. 

İşte orada ilk kez görecekti İbrahim Kaye; Ve hayran hayran, caddeden geçmekte olan, at yelelerinin rüzgar ile dansına eşlik eden eşarpların büyüsüne kapılmıştı. Kara Fatma önderliğinde 45 atlı cesur kadınımız ellerinde mavzerler, bir düzen içinde at biniyorlardı. Eğitimli oldukları her hallerinden belliydi.

“Allah’ım bizler ne kadar şanslı kullarınız” diye içinden geçirdi. Ve devam etti “Acaba hangi milletin kadınları bu kadar cesur, yürekli? Allah’ım sana ne kadar şükretsek az…”.

Aynı yıl İbrahim Kaye’nin bir kız evladı dünyaya geldi. Adını hiç tereddütsüz Fatma koydu… O hayran olduğu halkını seven, bilge, vatansever, cesur kadının adını yaşatmak ister gibiydi. Adını Fatma koydu ama Fatma ömrü boyunca hep lakabıyla anıldı… Yaşamının son gününe kadar o ‘Kara Fatma’ydı…

Kadınlarımız saygıyı fazlasıyla hak ediyordu. En katı, en sofu köylerde bile, öncesinde dükkâna adımını atamayan kadınımız, şimdi Aleyküm Selam diyerek içeri giriyor. Dükkân sahibi onu ayakta karşılayıp, selam alıyor. Koşa koşa çay söylemeye gidiyordu.

Kadınlarımız hak ettiği değeri vicdanlarda çoktan almıştı. En sofu kazalarda bile benimsenmişlerdi. Erkeklerimiz de, kadınlarımızla birlikte girdiği mücadelelerden daha güçlü çıktığını öğrenmişti. 

Elbette 1924’te, öyle durup dururken Atatürk ve beraberinde birkaç kişi istedi diye kadın hakları gündem olmadı. Atatürk ve çok sayıda mebus kadınların haklarını söke söke aldıklarına inanıyordu. Ve bu hak derhal teslim edilmeliydi. Ama maalesef Mecliste olaylar hiç istenmeyen noktalara taşındı. Ve konu ertelendi.

Köyler, kazalar kurulur. Buralar yargının yapılabildiği, halkın kısmetini arandığı yerler olur. Kaza tam anlamıyla; Kadı atanan yerdir. Kazaya şefkat, adalet, asayiş, huzur getirendir Kadı… Kadında işte buradan doğar. Kadın, aileden başlattığı adalet ve huzuru tüm vatana yayandır…

Bir zaman sonra, kadınların haklarını kazanmasından rahatsız olanlar. Baktılar ki Türk toplumunda kadın bir şekilde kenara itilemiyor. Gülmesinden bile rahatsız olsalar da ötekileştiremediler. Kadının, dini vecibelerini siyasetin en gözde malzemesi yaptılar. Bırakalım artık kadınlarımızla uğraşmayı… Anlayalım artık! Onlar dişleriyle, tırnaklarıyla en zor zamanlarda bile kazıya kazıya haklarına sahip olabildiler. Onlar en doğal ve yaradılışla verilen haklarının her daim peşindeler… 

Şimdi de kadına şiddet komisyonları kuruluyor.

Unutmayalım ki! Şiddet diye diye şiddet akılda kalır. 

Eee gelin o zaman ‘Kadına şiddet komisyonları’ değil, ‘Kadına minnet komisyonları’ kuralım… Burada çözümler önerelim…

Ve en sonunda akıllarda kalan “Minnetimiz” olsun …