Yolda yürürken her şey ne kadar doğal ve ritmindedir, ahenkle attığımız adımlarla ilerken, önümüze geçen biri varsa sağa sola kaymamız, çıkan engeli atlamamız, merdiven varsa basamakları inip çıkmamız bir rutin devinim halindedir. Hiç fark etmeyiz değil mi? Her şey olması gerektiği gibidir, denge halinde, sağlık halinde. Biz bilinçli olarak, ‘’merdiven çıkmalıyım, adım atmalıyım yoruldum daha hızlı nefes almalıyım evet şimdi ciğerlerim genişliyor’’ diye düşünmeyiz. Bu kendiliğinden olması gerektiği gibi “bilinçsizce” yani bilinç dışı bir gücün mükemmel şekilde işleyişi ile gerçekleşmektedir. Ve biz bunları gerçekleştirirken genel olarak bilincin yaptığı düşünürüz. 

Fakat biliyoruz ki, hareket ettiğimizde, bunu sağlayan o kadar fazla kas ve sinir sinyali var ki… Olay benim bilincimden çok öte bir hal alıyor. Mesela bir şey düşündüğümüz esnada ‘’Ah, aklıma bir fikir geldi’’ diyoruz. Aslında düşünen sen değilsin; beynin günlerdir, hatta haftalardır alttan alta bu fikri pişiriyordu ve yemek hazır olunca sana sundu. Sende diyorsun ki ‘’Ben bir dâhiyim.’’

Her şey kafamızın içindeki bu devasa ve ıslak ağ tarafından gerçekleştiriliyor. Ve hayat dediğimiz şeyin çok büyük kısmı orada gerçekleşiyor.

Bilinçaltının insanların hayatına etkisine ilişkin çok enteresan örnekler var.

Araştırmalar gösteriyor ki ABD’de ismi Dennis ya da Denise olan çocuklar ileride ‘’dendist’’ (dişçi) olmaya daha meyilli. Mesela istatistikler gösteriyor ki insanlar kendi ismiyle aynı baş harfe sahip insanlara karşı kendini daha yakın ve sıcak hissediyor. Daha da önemlisi bu tercihler, bilinç dediğimiz şeyle alakalı değil.

Bilinçdışının, otomatik bir devinim halinde alt bellekte çalışması duygularımızı da otomatikleşmiş refleksler şeklinde dış dünyamıza yansıyor. Yani aslında istediğimiz şeyleri yapan bir bilinçaltından ziyade sen neden olduğunu bilmesen de kararlarına etki eden bir bilinçaltından bahsediyoruz.

Freud, bu bilinçaltı fikrini bir bütün olarak ortaya atan ilk kişi. Günümüz modern dünyasında ise nörobilim daha detaylı bir şekilde güçlendirmiştir. 

Yaşadığımız, her bir duygu durumunda, verdiğimiz tüm kararlarda dahi aslında geçmişten gelen, çocukluğumuzdan itibaren kodlamalarımız ve hatta dünyaya henüz gelmediğimiz zamanlardan bugüne yansıyan kolektif bilincin, genetik kodlarımızın etkisiyle yapıyoruz. Mesela birçok şeyin illüzyon olduğunu bile bile onun gerçekliğinde yaşıyoruz. Her şeyi doğru olarak kabul ediyoruz. 

Herkesin içinde farklı farklı gerçeklikler var. Ve kendi bilinç anlatılarından bağımsız olarak, daha altta, derinlerde olan bir sürü şey bu gerçekliği belirliyor. Neye nasıl inandığımızı belirleyen sürece bir erişimimiz yok. 

Hepimiz, “içimde bir sıkıntı var”, “içime söz geçiremiyorum”, “içim içime sığmıyor” cümlelerini günlük hayatımızda sarf ederiz. İşte bu cümlelerde kastedilen “iç” esasında psikolojide “bilinçaltı” olarak tanımlanan yapıdan başkası değildir.

Tabii burada aklımıza hemen, “bilinçaltı içimizdeki kişilik parçası ise bilinç neresi oluyor” gibi bir soru gelebilir. Bilinç, diğer bir deyişle “üst benlik” kişiliğimizin farkında olduğumuz parçası, yani “ben” dediğimiz zaman kastettiğimiz kişilik bölümüdür. Bilgisayarı kullanan kullanıcı, atı süren süvari ya da arabayı kullanan şoför misali.

Bilinçaltımızı tanımadan insan gerçeğini doğru anlayabilmemiz zordur. Diğer bir deyişle kendimizi tanımamız, düşünce, duygu, davranış ve bedensel durumumuzun oluşumunda önemli derecede etkili olan bilinçaltını tanımakla mümkün olacaktır. Bilinç altını tanımak için duygularını ve ne hissettiğini kendine sormalısın…

Yaşadığın duyguların geçmişten gelip gelmediğini düşünerek anlayamazsın. Düşünmekten çok, o an ne hissettiğine bakmalısın. Çünkü düşünmeye başladığında an zihin seni oyalamaya başlar. Ama hisler yanıltmaz. Hislerinle daima bağlantıda olmalısın. Yaşadığın hissi kendi gerçekliğini tanımalısın.

Kendini tanımak, İnsanın kendine soru sormasıyla başlar diyebiliriz. 

Kendini tanıma süreci, Sokrates’in dediği gibi “Kendini tanımak demek hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. Onu arayıp bulmak demektir.’’

 Bu nedenle insanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır; Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır.” diye ifade etmiştir.

Sibel Bakırcı Özkoçan