“Bazen adâvet, şiddet-i muhabbetten gelir.” Bazen düşmanlık, sevginin şiddetinden gelir. İnsan ne kadar severse, o kadar yakın hisseder kendini sevdiğine. İnsan ne çok severse, o derece kendisinde, sevdiğine karışma yetkisi bulur. Rahat konuşur. Acı söyler. Düşmanı gibi davranır. Ta ki sevdiceği uyansın, kendine gelsin. Harekete geçsin. Bekleneni yapsın. Kısaca yerinde saymasın. İlerlesin. Yükselsin.

     Öğretmen sevdiği, istikbâl ve gelecek gördüğü talebe üstünde, daha çok durur. En çok onu çalıştırır. En çok onun çalışmasını ister. En çok onun yorulmasını, uykusuz kalmasını ister. Sûreta ona düşman gibi davranır. Kırıcı sözler söyler. Ta ki, izzet-i nefsi galeyana gelsin. Çalışma hırsı, azmi artsın. Ta ki, itildiği yalnızlık, onun kamçısı olsun. Yerinden kıpırdatsın. Dört elle dersine sarılsın. Öğretmenin görünüşdeki düşmanlığı onu gayrete getirsin.

     Sosyal hayatın her tabakasında bu böyledir. Sevilenler üzerine daha çok gidilir. Onlar üstünde daha çok durulur. Ta ki içlerindeki istidat, kuvveden fiile çıksın. Ta ki içlerindeki potansiyel kabiliyet kinetiğe dönüşsün, açığa çıksın.

     Ana-babanın çocuklarını oyundan çok, derse yönlendirmesi; çocuğun ne kadar zoruna gider. Ama sonuçta ana-babaya bu baskılarından dolayı, kendilerine sûreta düşmanca tavır takındıklarından ötürü sevinecekler, teşekkür edecekler.

     Allah da öyle yapmıyor mu aziz okur? En sevilen kul; en çok eziyet çektirilen kul değil mi?

     Hz. Yusuf sonunda, bir bakıma Mısır’a sultan olmuştu. Sonunda babası Hz. Yakub’a kavuşmuştu. Ama neden sonra. Çünkü sultanlığın yolu kuyuya atılmaktan geçmiş. Babasına kavuşması; uzun ayrılık yıllarından sonra gerçekleşmişti. Nitekim -inşâllah- ebedî cennet hayatına kavuşmak da, altmış yetmiş yıllık, sıkıntılı bir ömürden sonra değil mi?

     Her okul mezuniyetindeki sevinç, sürûr ve rahatlık; yıllarca süren sıkıcı öğrencilik devresinden sonra değil mi? Tohumun çimlenmesi, çekirdeğin filizlenmesi, ağır kış şartlarından sonra değil mi? Her iniş, çıkılan bir yokuştan sonra değil mi? İşte bunda ince bir hikmet var azîzim. Kâinatta her şey zıddıyla biliniyor. Güneş batmasaydı; doğuşu bilinir, doğuşu beklenir, doğuşu sevince sebep olur muydu? Güz olmasaydı, kış yapacağını yapmasaydı; baharın gelişi böyle heyecana sebep olur muydu? Baharın gelişine Nevruz-u Sultanî denir miydi?

     Bundandır ki, büyük zâtlar; dert’i, aynı derman bilmişler. Hastalığı aynı şifa saymışlar. Firkat ve ayrılığı aynı birliktelik ve visal kabul etmişler. Hattâ dermandan, şifadan, visaldan el-aman demişler. Fuzulî hazretleri gibi:

     “El çek ilacımdan tabib; kılma derman kim, 

     Helâkim zehr-i dermanındadır.”

     Demişler. Varlıkta yokluk acısı çekmişler. Yoklukta varlık muştusu bulmuşlar. Dostun sözde düşmanlığını, sevginin en büyük belirtisi bellemişler. Derman için değil, dert için:

     “Hel min mezid?” / “Daha yok mu?” Demişler! Anlamakta zorlandığımız bir hatt-ı hareket tarzı sergilemişler. Bizlere de: “Ah mine’l-garaib!” dedirtmişler.

     İşte gerçek sevginin görünüşü böyle oluyor. İşte asıl muhabbetin zuhuru böyle tecellî ediyor. Tıpkı dost acı söylediği gibi, sevgi de sevgisini; sözde yokluğu ile gösteriyor. Gösteriyor ne kelime dostlar, gözlerimizin ta içine sokuyor.

     Anlasana hey dost diyor. Anlasana bu ince sırrı. 

    Çünkü var dostun sende yüksek hatırı. 

     Başta dediğimizi bu kez, bir de bu çerçeve içinde tekrarlayalım:

     “Bazen adâvet, şiddet-i muhabbetten gelir.”

     Gelmez mi be dostlar?