Marmara Denizi sur içi sahil boyunun incilerinden Semt-i Yeni-Kapu’nun balıkçılar sahili; çayhaneleri, çatma iskelelere yanaşan Mavnalar ve Kum-Tekneleri ile mesire sandallarındaki zarif görünümü, bir arada temaşa etmekte ve böylece çaylarını yudumlarken, denizden gelen nefis iyot kokusu ise onları adeta büyülemekteydi...
Birinci çayhane, Kahveci Hasan’a aitti ve “HASAN’IN ÇAY BAHÇESİ” adıyla faaliyet göstermekteydi. Hemen arkasındaki çayhane ise, Samatyalı Meyhaneci Nubar’a aitti ve “NUBAR’IN ÇAY BAHÇESİ” adıyla faaliyet gösteren bu çayhane, tren yolu duvarının hemen dibinde idi. Bu her iki çayhanenin deniz tarafı; çakıl-taşı ve kum karışımı bir sahil boyu idi ki, Kum-Kapu dalyanına kadar uzanmaktaydı.
Kum-Kapu dalyanına yakın bir mesafede ve “Kadınlar-Deniz Hamamı” adıyla bilinen mevkiin yakınında adına sarı-kaya denen kocaman bir kaya vardı ki, rengi turunca çalan bir sarılıkta olduğu için, adına “Sarı-Kaya” denmiştir. Biz, Yeni-Kapulular da çoğu zaman sarı-kaya mevkiinden denize girmeyi tercih etmekteydik. Zira, bu kayanın bulunduğu mevki; hem güneş, hem de deniz banyosu almaya gayet elverişliydi. Kızlar ve kadınlar ise bu zevki ancak ve ancak hava karardıktan sonra tadabilmekte ve çoğunluğu da entarisiyle deniz banyosu almaktaydı. Gerçi aynı kadın veya kızlar; “Florya ve fırsat zuhur ettiğinde Lido-Plajı ve daha bir çok meşhur İstanbul plajında mayo ile denize girmekteydiler. Lâkin, bu şans, Sarı-Kaya ve civarı için geçerli değildi. Yani, mezkûr semtlerin kültür anlayışı hayli farklıydı. Sur-içi halkı için: “Kadın vücudu özeldi ve efkâra açık mahallerde yarı çıplak denize girmesi veya güneşlenmesi, doğru olmaz, mezkûr kadının özelliğinden çok şey alıp götürürdü.” Bunun münazarasını yapacak değilim. Zira, konumuzu aşar ve ancak bir başka makalemde bu eksantrik meseleye temas etmeyi düşünmekteyim.
Sahil kesiminin kara tarafına düşen demir yollarına ait bölümde trenlerin manevra ettikleri raylarda bulunan yük vagonları, taşıdıkları karpuz ve kavunların boşaltılmasını beklemekteydi. Vagonların bulunduğu mevkii ise; Soğancılar sokağına bakan duvarın hemen altında, atlı bir yük arabası durmakta ve karpuz veya kavun doldurulmasını beklemekteydi.
Tekirdağ’ın ki, günümüzde pek nadir bulunur; karpuz ve top-atan kavunu mavnalarla Yeni-Kapu veya başka sahil semtlerine götürülür ve o mevkilerden İstanbul’un muhtelif semt ve hâle dağıtılırdı. Ancak, en önemli dağıtım merkezi olarak, Yeni-Kapu gösterilmekteydi. Zira, Yeni-Kapu hemen her bölgeye erişebilecek bir ulaşım yapısına sahip bir semtti.
Yük vagonlarından karpuz veya kavun boşaltma usulü ise elden, ele atarak, arabaya istif edilmesi gibi basit bir sisteme dayanıyordu. Ancak, bu işlemde semt çocuklarının da payı büyüktü. Şöyle ki; semtin 8-10 yaşları arası erkek çocuklarından bazıları, karpuz atma işlemine iştirak ederek, bir şekilde kendilerince hem kazanç sağlıyor ve hem de ailelerinden gizli çalıştıkları için heyecan duyuyorlardı. Yani bu onlar için bir nevi macera idi... Kazançları ise bir saat çalışma karşılığı ki, bu bazen iki veya iki-buçuk saati bulmaktaydı. “Bir karpuz ve 25. Kur.”tu. Böylece gizlice gidecekleri sinema parası ile sahilde minik çakılarıyla kesip yemeğe çalışacakları bir karpuzdu. Bu meyanda mahallelerinin fakirlerini de düşünmeye ihmal etmemekte ve fazla gelen karpuzları onlara vererek, hayır dualarını almaktaydılar. Yani bu bir şekilde sosyal dayanışmaya (!) dayanmaktaydı. Ancak bu pek uzun sürmemeke ve velilerinin onları birer zenaat erbabı yanına çırak vererek, yaz tatillerini avare geçirmelerini önleyip, böylece bir sosyal dayanışmanın (!) bilmeden önünü almış bulunuyorlardı!...
Yeni-Kapu Tren İstasyonu’na yakın mesafede, küçük ve darlığına rağmen, derinlik açısından hayli işe yarar olan bir dükkâncık vardı ve çalıştıranı ise “kuru yemiş, muhtelif şekerleme vs.” satarak geçimini sağlamaya çalışan zayıftan bir hanımdı. “Nazmiye Hanım Teyze” olarak bildiğimiz hemen her semt çocuğunun kendisini sevdiği bu çocuk sevdalısı hanım, gerçekten hepimizin sevgilisi, Nazmiye Hanım Teyze’si idi. O’nun dükkânına gelen hemen hiçbir çocuk, boş dönmezdi. (10. Paraya) bile en az birkaç minik yuvarlak şeker alabilirdiniz. O malûm kör kazma, belleklerimizde yer eden bu çocukluk hatıramızı da alıp götürmüştür...
Yeni-Kapu’nun “Odun-Depoları” da hayli meşhurdu, ustalıkla dizilmiş ve bazı bölümlerde üstü kapalı geçitler meydana getirilmiş tam orta yerinde de odun kesme makinesi ile kesilenleri ufaltan balta ile kışın o dondurucu soğuklarında nice evin ısıtılmasında birinci derecede araç olan mezkûr odun depolarının bereketli görünümü. Bakıldığı zaman insanın içini ısıtıyordu ama, çocuklar açısından ayrı bir özelliği daha vardı. Şöyle ki; meydana getirilmiş bulunan üstü kapalı geçitler, Yeni-Kapu çocukları için, gerçek birer “oyun platosu” idi: “Hafiyecilik, Kralcılık” ve daha nice oyun için bu depolar adeta birer biçilmiş kaftandı. Ama, o depo bekçileri ile diğer personel olmazsa pek daha nefis olacaktı. Ancak istenmezse de onlar vardı ve bizlere hiç mi hiç huzur vermemekteydiler. Ancak, onların haklı olduklarını, her an için bir istifin yıkılabilme ihtimali bulunduğunu yıllar sonra anlayabilmiştik.
AYAKKABI BOYACISI DURMUŞ VE PEHLİVAN MUSTAFA
Yeni-Kapu’nun iki değerli sakini vardı: Ayakkabı Boyacıları olan Durmuş ve Pehlivan bir diğer lakabı da Reis idi. Her ikisi de semtin pek sevilen maskotlarıydı diyebilirim. Durmuş uyar bir kişiliğe sahipti. Pehlivan Reis ise, tam tersi aksi mi, aksiydi... Reis’in üç oğlu bir kızı vardı: Hüseyin, Hasan, Cafer ve bir de adını hatırlayamadığım kız evladı vardı. Ortanca oğlu Hasan benim yaşıtım ve yakın arkadaşımdı. Küçük oğlu Cafer ise, rahmetli kardeşimin yakın arkadaşı idi. Yeni-Kapu’ya kör kazma girdikten sonra, yek diğerimizi kaybettik; şimdi nerelerdedirler, ne yaparlar, ne ederler, bilemem onları kaybettiğim yıllar oldu?...
Ayakkabı boyacısı Durmuş ise kendi mesleğinin tam manada erbabı idi ve Yeni-Kapu’dan, Hisar-Dibi’ne giden dar bir sokakta küçük bir Lostra-Salonu vardı ve semtin bütün aileleri onda ayakkabı boyatırlar ve zevkle giyerlerdi. Durmuş’un boyadığı kunduralar öylesine parlak olurdu ki; üzerine bak saçını tara misali bakmaya doyamazdınız.
Pehlivan Mustafa çocuk kunduralarını (10. Kur.) boyardı lâkin pek parlatamazdı, Durmuş ise (15. Kur.) boyardı lâkin ne boya, ne boya. Boyadığı kunduraya bakmaya kıyamazdınız. Dolayısıyla, bütün çocuklar Durmuş’un boyasını tercih ederlerdi. Evet ederlerdi ama, Pehlivan Mustafa’yı da es geçmek istemezlerdi, çünkü onun çocukları bizim arkadaşlarımızdı. Bu yüzden bazı haftalar içimize sinmediği halde, Pehlivan’a boyatırdık. Hemen her semt sakinin kendisine Reis diye hitap etmesi, boşa giden bir sıfat değildi. Zira işgal yıllarında kurduğu illegâl bir örgütle, işgal kuvvetleri askerlerine hayli kök söktürmüştü. Dahası hakiki bir Pehlivandı.
Tren İstasyonu’nun kara yönüne çıkışınızda hemen solunuza Aksaray’a doğru uzanan koca bir bostan vardı ve hemen her nevi sebzenin yetiştirildiği bu bostan’ın yerinde ise günümüzde: “Bizans ve daha önceki sakinlerinden kalma ve bilhassa dikkatle muhafaza edilmeye çalışılan gemi kalıntılarının bulunup ihtimamla temizlenip bir müze şeklinde halkımıza aktarılması için çalışmaların devam ettiği mahalde idi.”
Kazı mahalli için: “Yeni-Kapu” adını kullanmaktadırlar ki, bu kısmen de değil tamamen yanlıştır. Yeni-Kapu semti, Tren İstasyonu’nun deniz tarafıdır. Üstelik, bizzat Osmanlı Padişahı’nın emriyle (III. Mustafa Hân) deniz doldurularak meydana getirlmiş bir özel semttir ki, günümüzde yerini dahi tespit edebilmeye imkân yoktur... Kazı yapılan yerin adı ise: “Büyük Vlanga Limanı”dır. Sağ tarafta ise istasyon çıkışı: Bir erkek berberi, bir küçük kahvehane, bir lokanta ve bir pastane mevcuttu. Pastane’nin köşesinden sağa saptığınız zaman Boyacı Durmuş’un Lostra Salonu’nun bulunduğu dar sokağa girerdiniz ki, bu dar sokağın çıkışında, ikinci bir sokak görünür ve onun başında da meşhur bir “halka fırını” mevcuttu ki, günümüzde bu fırın sadece ekmek üretmektedir.
İstasyon Çıkışı sizi koşa bir cadde karşılardı ve bu caddenin adı ise “Kemaliye Caddesi” idi ve ana cadde Aksaray’a kadar uzanmaktaydı. Bütün bunları yazmamın tek bir sebebi vardır ki, o da şudur: Her semtin kendine has özellikleri ve her semt insanının da yine kendine has kimliği vardır ve bizler bu özellikleri anlamaya çalışmaktan ziyade, gönlümüzce eğlenebilmek için, hemen her nevi imkânı değerlendirmeye çalışmaktaydık!...
İstasyon gidişi, Aksaray’ın meşhur “Tramvay Durağı”nın varlığı ile karşılaşır, tramvay bekleyen körpecik talebe kızların aralarında gülüşerek tramvay beklediklerinde: Erkek talebe veya meslek erbabı genç elemanların, belli etmeme gayreti içinde kızları gizli, gizli izlemelerini, kızlar fark etmekte ve kıs, kıs gülüşerek, hemen hiçbir şey olmamış gibi, hiç mi hiç açık vermemeye çalışmaktaydılar. Hele, Tramvay Durağı’nın hemen yanı başında yer alan seyyar gazete bayii, Bâyezid Üniversitesi talebelerinin ciddi ve vakur tavırları, Hanımefendi ve Beyefendilerin nezih giyim ve zarif görünümleriyle cümle gençlere olumlu örnekler teşkil etmeleri, hafızalara nakşolunmuş benzersiz güzelliklerdi. Bir de günümüzdeki sözde futbol sever bayan ve beylere baktığımız ve hemen her maçta; (zuhur eden ağır küfürlü, restleşmelere) şahit olduğumuzda, adeta hayata küsmekteyiz?!.. (9 Haziran 2012 Cumartesi)
MADONNA’NIN ŞOVU VE ÖTESİ!...
İşte yabancı kültürünün bizlere sağladığı ucube hayat tarzının günümüzdeki görünümü?!... Siyonizm destekli batı kültürünün günümüzdeki müzik temsilcilerinden, İbrani Dinine mensup Madonna’nın, günümüzdeki İstanbul konserinde (Haziran 2012) 50.000 seyirci karşısında hayasızca meydana getirdiği “göğüs şovu” ve kiliseye benzer tepesinde “Haç” sembolü olan bir dekor karşısında sergilediği, “Kabalaizmi” temsil eden bir ayin dansı ve diğer gösterileriyle hemen herkesi büyülemiş(!) olduğunu medya ve TV’ler, ballandıra, ballandıra anlatmakla bitirememekte ve bilhassa bizdeki: “Süper Star ile Mega Starların” dahi adeta büyülendikleri basının birinci derecede magazin haberi olmuştur...
İlk şu noktayı aydınlatmak lazımdır: Hz. İsa (AS)’ın dinini temsil eden sembol, ilk yıllarda: (Haç) değil, (Balık)tı. Keza, ibadethane de mevcut olmayıp, daha ziyade mağara veya benzeri mahallerde illegâl toplantılar yapmakta ve kendilerince ibadet etmekteydiler. Ancak ayinlerinde dans veya benzeri şovları yoktu. Dahası günümüzde dahi, kiliselerde ayin esnasında dans gösterileri yapılmaz. Hıristiyanlıkta böyle bir adet yoktur. Madonna’nın gösterisi ise, Kabalaizm ayinleriyle alâkalıdır ki, baştan sona temsil edilen dans gösterileri doğrudan mezkûr inancın ürünüdür. Hıristiyanlığın değil.
Kabalaizm nasıl bir inancın ürünüdür? Batıl mıdır, değil midir? Bu husus konumuzun dışında kalır ve bizi alâkadar etmez!... Ancak, daha ziyade seks şarkıları okuyan, Hz.İsa (AS)’ın heykeli karşısında seks şarkıları okuyarak, heykele sarılıp şehvi hareketlerde büyük bir Peygamber’in hem şahsı ve hem de temsil ettiği dini küçümseyip, alaya alan bir seks kadının ki, öyle olduğunu yıllar yılı dünya gazeteleri açıkça yazıp; boy, boy resimlerini neşretmişlerdir... Böylesi bir seks şovcusu ülkemize gelerek, Hıristiyanlığı alaya almakla da kalmayıp, küçülten hareketler ve gösterilerle yerden yere vurmasına kimse ses çıkarmamış ve sadece Türkiye’deki Hıristiyan vatandaşlarımızın kırılabileceği dahi düşünülmesi bir yana kale dahi alınmamış ve böylece seviyesiz bir gösteri sadece bizim de değil, dünyanın gözleri önüne serilmiştir!..
Işıklar, dumanlar, dansöz ile dansörler vs. yarı çıplak oluşu yetmezmiş gibi; bir de göğüslerinin birini meydana çıkarıp, isteri nöbetleriyle hayasızca teşhir etmesine alkış tutulmuş: (ŞOV ŞAHANE GERİSİ BAHANE!) nevinde sloganlarla bu seks kadını adeta göklere yükseltilmiştir!..
“Dini ve Irki” açıdan azınlıkta kalmamızın bizlerin şeref ve haysiyetlerinin, dini inançlarının ayaklar altına alınmasına hak mı sağlamaktadır?... Bu nasıl iştir, nasıl bir vicdanın ürünüdür?.. Kur’an-ı Hak’ta, ayet-i Kerime ile anılan bir büyük Peygamber’in dinini böylesine küçük göstermeye hemen hiç kimsenin hakkı yoktur!
Biz Hıristiyan azınlıklar: “Canımızı, dini inançlarımızı, ırzımızı, malımızı hemen her şeyimizi: ‘Yüce Türk Devletine’ teslim etmiş durumdayız.” Bizleri, asli birer vatandaş olarak herşeyimizle birlikte değil korumak, korumaya mecbur olduğunu hatırlatmak isterim!
Zira, bizler “vergisini veren, vatani görevlerini şerefle ifa eden, hakiki manada vatandaşlarız!..”
Bu ucube kadını davet eden kuruluş hakkında hemen hiçbir bilgim yoktur. Ancak, mevcut durumu göz önüne alarak, mezkûr kadının yerine bizlerden özür dilemesi elzemdir. Zira, ortada hiç de hoş karşılanmayacak bir durum mevcuttur!...
Şu husus bilhassa bilinmelidir ki, böylesine yüzkarası bir vak’a, asla ve asla ne unutulabilir ve ne de unutulur!... Bu durum bizlerin kalplerinde her daim kanayan bir yara olarak kalacaktır ve bu durum, mezkûr kuruluşun, değerli Patrikhanelerden özür dilemesine kadar devam edip gidecektir...
Hemen her insan bir çok menfi mesele karşısında; susup, sükûtu tercih edebilir. Bu tabiidir. Ancak, söz konusu durum “şeref ve haysiyetle” alakalı bir yapıya sahipti. Yanî hemen hiçbir sebeple hoş görülemezdi. Zira, şerefsiz ve haysiyetsiz yaşamaya razı olan bir insanın hayvan kadar değeri olmaz, olamazdı!... Ben Madonna’nın şovu ve şarkılarına karşı değilim. Zira benim kültürümün dışında kalır. Ancak, benim inandığım dini ve Peygamberimi alaylık duruma düşürmeye de kimsenin hakkı yoktur. Hemen hiçbir kural tanımayan, dilediği gibi her çamurun içine bata, çıka çirkefliği, hayasızlığı sevdirmeye çalışan bir kadının da böylesi iğrençlikler sergilemesine sadece seyirci kalamam! Bu doğru olmaz. Zira, Hz. Allah’a (C.C.)ye ve Hazreti Peygamberlere candan inandığıma göre, sadece sükut etmek, bana yakışmaz!
Bu mukaddes ülkede, (Popçular ve Metalciler) var ise, bilinmesi lazımdır ki, aynı zamanda “Türk Sanat Musikisi ile Klasik Batı Musikisi ve de Hafif Batı Musikisi” sevenler de vardır ve emin olunsun, onlar ekseriyeti teşkil etmektedirler. Ne var ki, adları geçen musiki türleri; TV’lerde ve radyolarda, ya sesi sıfır ama, bacakları güzel sözde sanatçılar tarafından icra edilmekte veya hiç mi hiç programa alınmamaktadır.
Sözde Hıristiyan Batı Dünyası, 1945’lerden sonra, kademeli şekilde ABD hakimiyetine girdikten sonra, sistemli şekilde uygulanan “dejenerasyon” faaliyetleri, zaman içinde Avrupa’yı kendi kültüründen uzaklaştırdı ve böylece 1970’lerden sonra, ahlâki çöküntü kısmen de olsa bizlere de sirayet etti ve böylece “Madonna’lı” günlere kadar gelindi...
Saygıdeğer okuycularım, yeni bir yazımda buluşabilmek ümidi ile cümlenize sıhhatli ve başarılı bir hayat diliyorum efendim.