Kur’an: 

     Zemin / yeryüzünde ve gökte gizli Esma-i İlahiye / İlahî İsimler’in manevî / maddî olmayan / içe ait hazînelerinin keşşafı / keşfedeni, meydana çıkaranıdır.

     Sutûr-i hâdisâtın / olayların satırları altında muzmer / gizli ve saklı hakaikın / hakikat, gerçek ve doğruların miftahı / anahtarıdır.

     Kur’an: 

     Başka kelâm ve sözlerle kabil-i kıyas / kıyası kabil ve mümkün olamaz. Çünkü kelâm ve sözün tabakaları, ulviyet / yücelik, kuvvet, güzellik ve uygunluğu bakımından dört menba ve kaynağı vardır.

     Biri mütekellim / konuşan, biri muhatap / kendisine karşı konuşulan, biri maksat ve biri de makamdır.

     Edip ve yazarların yanlış olarak, sadece makamı gösterdikleri gibi değildir.

     Öyle ise, sözü: 

     “Kim söylemiş?” 

     “Kime söylemiş?” 

     “Ne için söylemiş?” 

     “Ne makamda söylemiş?” sorularını sormak lâzım.

     Yalnız söze bakıp durmak çok yanlış.

     Madem ki, kelâm / söz; kuvvetini, hüsnünü / güzelliğini; bu dört menba ve kaynaktan alıyor; Kur’an’ın menbaına dikkat edilirse, görülecektir ki, Kur’an’ın belâgat derecesi / belîğ ve edebî oluşu, ulviyet / yücelik ve hüsnü / güzelliği ancak bu şekilde anlaşılır.

     Evet, madem kelâm; mütekellime / konuşana bakıyor; eğer o kelâm / o söz emir ve nehiy / yasaklama / yapılmasını istemeyiş şeklinde ise, o söz mütekellimin / konuşanın irade ve kudretinin derecesini de tazammun eder / içerir. 

     O zaman söz mukavemetsuz / karşı konulmaz, cevap verilemez bir mahiyet alır. Maddî elektrik gibi tesir eder / etkiler.

     Kelâmın ulviyet / yükseklik ve kuvveti o nisbette tezayüd eder / artar.

     Evet, söylenen sözü mücerret / soyut ve ortaya lâlettayin söylenmiş; kimseyle alâkası olmayan yani ilişkisiz bir söz olarak ele alırsak; umumî / genel bir anlam çıkarsak bile, zatında doğru olan bu sözün muktezayı hâle binaen / hâlin gerektirdiğine göre sarf edilişi meçhûl kaldıkça; gerçek sebebi bilinmediği için, sözü tam yerine oturtamayız.

     Sözü tam olarak anlamak için, Mütekellimi / Konuşanı bilmeli. Muhatabı / Söylenen Kimseyi tanımalı. Ne maksatla söylendiğini sezmeli. Son olarak da hangi Makamda söylendiğini de hesaba katmalı.

     Hadise ve olaylara bakış da böyle olmalı. Sebepleri, sebep olanları; kısaca cereyan ettiği ortamı ve olayların arkasındaki asıl faktörü bilmedikçe, sadece görmemiz, sadece şahit / tanık olmamız olayı anlamamız için yeterli değildir.

     Bundan dolayıdır ki, Kur’an; umumiyetle bir hâdise ve olaydan sonra vahyedilmiştir. Ki, iyice anlaşılsın. Yukarıdaki sözün anlaşılmasını sağlayan dört unsurun yani Mütekellim - Muhatap - Maksat ve Makamın cevabını verdiğimiz nisbette söylenen sözleri, doğru anlamış oluruz.

     Kur’an: 

     Şehadet / gözle gördüğümüz kâinat denen âlemin ve Gayb yani göremediğimiz, fakat Allahın yarattığı başka  âlem ve dünyaların dili ve lisanıdır.

     Yine Kur’an: 

     Gözle gördüğümüz / Şehadet âlemi yani kâinat perdesi arkasında olan Gayb yani göremediğimiz, fakat Allahın yarattığı Başka Dünyalar cihetinden gelen; Rahman olan Allahın ebedî / sonsuz iltifatlarının ve Sübhan olan Allahın ezelî hitaplarının / Allahın yarattıklarına daimî seslenişlerinin de hazinesidir.