Evet! Saygıdeğer Başbakanım; Ermeniler’deki ikazınız hangi Ermeni’leri kapsamaktadır; “Bizzat felâketi yaşamış olan Osmanlı Ermeni’lerini mi, yoksa başta Ermenistan veya dış Ermeni’leri’ni mi, hangisi?...” 
“Anzaklar’a ve özel Yahudi Birliğine tanınan dostluk ve barış mesajı” neviinde bir mesaj da Ermeni’lere de verilmiş midir?... Kesin bir tanımla: Hayır! 
Türk ile Ermeni’ler’in (kast edilen Osmanlı Ermeni’leri’dir) tekrar yek vücut olabilmeleri açısından herhangi bir gayret sarf edilmiş midir?. Kocaman bir Hayır! 
Biz, Osmanlı Ermenileri, uğradığımız dehşetengiz bir felâketin hatırasıyla baş, başa bırakıldık da değil, o pek feci hatıra ile baş başa yaşamaya sanki mahkûm edildik ki, bu sadece hüzün değil, kalp acısı veren ve de kapanmak bilmeyen bir acı kalple yaşamaya adeta mahkûm edildik diyebilirim!... 
Saygıdeğer Başbakanım! 
Bendeniz; Yüce Önderimiz Gazi Hazretleri’nin, Ülke idaresini bizzat üstlenmiş bulundukları ve Cihan’ın korkunç bir savaşa doğru sürüklendiği (11 Kasım 1933) tarihinde doğmuşum. 
Gazi Hazretleri’nin Ülkemiz idaresini bizzat üstlendikleri yıllarda; “Ermeniler’e karşı, yani “Osmanlı-Ermenileri”ne karşı herhangi bir husumet yoktu. Husumet diyorum, zira, Gazi Hazretleri’nin zamansız vefatlarından sonraki yıllar; biz Osmanlı Ermenileri için, hayatın hemen hiçbir renkli tarafı kalmamış, husumet gibi mor görüş ve inançlar bizleri adeta çember içine almıştı. Böylesi şartlar altında, siyaset meydanı kimlerin eline geçmiş durumdaydı? Yüksek müsaadelerinizle onu da arz edeyim buyurun okuyun efendim: 
(Türk bu memleketin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. 
Saf Türk soyundan olmayanların bir tek hakları vardır:
Hizmetçi olmak hakkı, köle olmak hakkı. 
Dost ve düşman ve hatta Dağlar böyle bilsin!) 
Böylesi ruh hastalarını, Gazi Hazretleri, derhal emekliye ayırmış ve “27 Eylül 1930”da tarihinde derakap emekliye sevkedilmiştir. 
Ne var ki, Gazi Hazretleri’nin zamansız vefatları, daha koyu ve daha faşist olanlarının meydana çıkmasında başlıca rol oynamış bunun faturası ise, biz talihsiz “azınlıklara” çıkmıştır... 
ADI HER NE OLURSA OLSUN: 1915 SÜRGÜNÜ BİR KIYIMDI!
<ESKİŞEHİR TREN GARI SÜRGÜNLER MERKEZİ İDİ>
(İstanbul’da ise sabırsız bir bekleyiş vardı. Aylardan beri sokak ortalarında yaşayan, yahut yaşamak için dilenmekten başka çare bulamayan Ermeniler sefalet içindeydi. Şimdi İstasyon civarı boşaltılacaktı. Birkaç aydan beri buradaki bahçeleri işgal edenler Konya’ya ve Pozantı’ya gönderilecekti. 
Fakat kimse yerinden kımıldamak istemiyordu. Hemen hepsi de inanıyorlardı ki, “Pozantı”da kendilerini bekleyen korkunç bir son vardır: (Ölüm!..) 
Dağların etrafı, çamlıklar, İttihat Hükûmeti’nin İstanbul’dan gönderdiği çetelerle doluydu. Halk ölmemek için, Eskişehir’de kalmaya çoktan razı idi. 
Hem zavallıların ne kabahati vardı ki? İsyanı hazırlayanlar, vaktiyle İttihatçılarla birleşenler değiller miydi? Hürriyet ve İtilaf Partisi, İttihatçıları iktidardan düşürmek istediği zaman, onlara arka çıkanlar, Doğu’daki Vilâyetler’de Ruslar’la birlik olup, Türkler’i yok etmeye çalışanlar değil miydi?... 
İttihatçılar’ın mukabil kıtallerine sebep olanlar da, binlerce suçsuz Ermeni’nin kanuna girenler de o Komiteler değiller miydi?.. 
Bu zavallılar köylerinde, bağlarında bahçelerinde, huzur ve sükün içinde çalışıyorlar, bulundukları Şehrin veya Beldelerin ziraatine, Ticaretine ve imarına hizmet ediyorlardı. 
Ama şimdi birkaç türedinin, cehaletine, katil komitelerin kanlı ihtiraslarına kurban olacaklardı. Halbuki Türk Köylüler beraber yaşadıkları komşularından son derece memnun idiler. Hatta, Adapazarı ile Eskişehir arasında Ermeniler’le meskun köylerin bir çoğunda; Türk ahali, Hükûmete baş vururak dilekçeler vermiş, komşularını kurtarmak için çalışmışlardı. Fakat böyle zalim bir yönetimin nezdinde kendilerine hiç acımayacağını, bu gibi girişimlerin onlarda şefkatli duygular meydana getirmeyeceğini düşünememişlerdi. Bunun içindir ki, halkın ricalarına, dilekçelerine İttihatçı yöneticiler en küçük bir önem bile vermemişlerdi. 
Nihayet İstanbul’dan emir geldi: Eskişehir muhacirin memurları gönderilmişti. Bütün Ermeniler, Konya’ya, Pozantı’ya, Halep ovalarına gideceklerdi. 
Gece, gündüz istasyonda müthiş bir faaliyet vardı. Bir akşam zarif bir Madam, bir Paşa ile beraber trenden inerek Salona girdi. Yüzündeki çizgilerden bu feci manzararının onun kalbinde derin bir üzüntü meydana getirdiği anlaşılıyordu. 
Kendisiyle konuştum: Madam Liman Fon Sanders Paşa imiş. Cemal Paşa’nın yanından, Suriye’den geliyormuş. İçimdeki üzüntüyü o da anladı. Sözü muhaceret kurbanlarına getirerek dedi ki: 
(-: Ah! Ne kadar yazık! Bu yavrulardan, bu günahsız insanlardan bu çaresiz kadınlardan bilmem ki ne istiyorlar? Kimler cinayet işlemişse onları cezalandırsınlar ya!... Sanki İstanbul’daki yöneticiler, bunlardan daha az mı suçludurlar?... Evet, asıl kafaları kesilmesi gerekenler; Talât, o Enver, o zalim kabine üyeleridir!... Burada dereler insan gövdeleri, çocuk başları götürüyor. Bu manzaralar insanın yüreğini parçalıyor. 
Bir gün bunun hesabı sorulmayacak mı? 
Alman Devleti isteseydi bu duruma elbette engel olabilirdi. Sait Halim Paşa, İttihat ve Terakki Fırkası’nın, kör bir aletinden başka hiçbir şey değildir. Enver ve Talât’a gelince Almanya’nın sözünden bir adım bile dışarı çıkamazlardı. Yani bu cinayetleri kuvvetlerine güvenerek yapmaları mümkün değildi. Hiç şüphe yok, Almanya’nın zaferine güveniyorlardı. Bu büyük faciayı Alman kuvveti ile; bu günahsız insanların haklı çığlıklarını yine onların zafer marşlarıyla bastırmak ümidinde idiler. Ama, Anadolu’da kazanacağı çıkar imkânlarıyla başı dönmüş bir Almanya orta çağda bile görülmeyen bu cinayetlere sessiz ve kayıtsız kalıyordu; bir seyirci gibi davranıyordu. 
Ermenileri en çok korkutan, “Pozantı”ya sürülmekti. Orada çetecilerin saldırısına uğramak ihtimali kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? Bunlar İttihat ve Terakki’nin; “Turan siyaseti”, “İslâm İttihadı” diyerek Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi. 
Ermenilere yapılanlar için Çerkes Ahmet çok önemli bir belge niteliğinde idi. Bu kanlı olayın nasıl cereyan ettiğini bizzat onu yapanlardan dinlemek istedim Çerkes Ahmed’e doğu illerinde neler yaptığını sordum: 
(-: birader, şu harp namusuma dokunuyor. Ben bu vatana hizmet ettim. Gidin görün! Van ve havalisini Kâbe toprağına çevirdim. Bugün orada tek bir Ermeni’ye rastlayamazsınız.) 
-: Peki bu Zeharp – “Zohrap” filan ne oldu? 
(-: A!... Duymadınız mı? Hepsini geberttim!) dedi. .... Sözünü şöyle sürdürdü: (-: Halep’ten çıkmışlardı. Yolda onlara rastladık. Derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Varteks – Vartges” dedi ki: “Peki Ahmed Bey, bize bunu yapıyorsunuz, acaba Araplara ne yapacaksınız? Sizlerden onlar da memnun değildirler.” 
-: O senin bileceğin iş değil, kerata! dedim ve bir mavzer kuruşunu ile beynini patlattım. Sonra Zehrab’ı yakaladım, ayağımın altına aldım. Bir taş alarak kafasına vurdum ve onu öldürdüm.) dedi. Bakınız: (İKİ KOMİTE İKİ KİTAL – II) Ahmet Refik Altınay Sayfa: 35’ten, 45’e kadar. 
Sayın Cumhurbaşkanımız: (Biz arşivlerimizi açmaya hazırız, Ermenistan’ın varsa bu noktada arşivi, onlar da arşivlerini açsınlar.) 
Sayın, Başbakanımız ise: (1915 olaylarına ilişkin “Tarihi bilmeden, araştırmadan yapılacak siyasi baskılara kesinlikle taviz de vermeyiz, boyun da eğmeyiz!) buyurmuşlar. 
Yukarıda sunulan belge; ne Ermenistan ve ne de malûm devletlerin arşivlerinden alınmadır. Bu belge, öz be öz; bir Türk Subayı’nın belge özelliği taşıyan eserinden alınmadır. (FİKİR YAYINLARI) 
Ermenistan belge olarak sadece Türkiye’de Türk vatandaşı Tarihçi, Araştırmacı vs. münevverlerin eserlerini ele alsa, başka arşive ihtiyacı kalmaz. 
Eskişehir Tren İstasyonu Komutanı olan ve Komutanlık tarihinde, bir çok hazin vak’aya bizzat şahit olma özelliği taşıyan bu değerli Türk Subayı’nın eserinde daha bir çok trajik vak’anın özeti mevcuttur. Biz sadece bir fikir verebilme açısından pek cüz’i bir bölümünü kayda geçtik. 
Kim haklı, kim haksız, bu tamamen bir münazara konusudur. Yani iki tarafa da herhangi bir kazanç sağlamaz. Keza “buna tarihçilere bırakalım” fikri de yanlıştır ve “siyasî polemik” olmaktan ileri gitmez!... 
Benim naçiz önerim; 1923 yılında merhum Gazi Hazretleri’nin bilhassa üst düzey, yanî Ülke İdarecilerine hitaben sundukları demeçi kendimize rehber edinmemiz olacaktır. Çünkü, ancak bu doğrultuda gerçeğe erişebilir ve barış kapusunu ardına kadar açabiliriz: 
(-: Milleti aldatmayacağız! Millete, daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri hakikat zannederiz, fakat bunu millet düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeye de hakkımız yoktur.) 
<Gazi Mustafa Kemal Atatürk – (1923)>
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir makalemde buluşabilmek ümidi ile cümlenize mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.