“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl
Olsun artık kanlarımın hepsi helal.
Edebiyen sana yok, ırkına yok iznihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış Bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin İstiklâl.”
                                 - Mehmet Akif Ersoy –

Evet! Şayet tarihçiler “siyaset çirkefine karışmayıp” sadece tarihle alakadar olsaydılar, hiç bugünlere gelir miydik!... En azından İstiklâl Marşımızın yazarı, Merhum Mehmet Akif Ersoy’un “vatan ve hürriyet aşkıyla tutuşarak yanan” ruh yapısını anlayabilmiş olsaydık, hiç bugünlere gelinir miydi!...
Ermeni Meselesi için zaman, zaman efendim bu meseleyi “Tarihçilere bırakalım” der dururuz!... Şimdi diyoruz ki, hemen hiçbir şey değişmeyecekti. Zira, nihayet tarihçiler de bizler gibi Adem oğullarıdır ve muhakkak ki, taraf olacaktır. Nitekim öyle olmuş hemen her iki tarafın tarihçileri de tarihe hizmet değil, siyasî inançlara hizmeti tercih etmişlerdir...
Bu görüşümüzün aksini savunmak ise, boşa çaba demektir!... Çünkü, 1915’ten beridir ki, iki tarafta; sadece savunmanın peşindedir. Çünkü bu meselenin düzeltilmesi asla istenmemektedir!...
Osmanlı yıkıldığı zaman, yerine yepyeni bir Türk Devleti kurulduğunda, Osmanlı tebaası olan Türk ırkı dışındakiler, topyekün yabancı unsur addedildi ve bilhassa “Lozan Antlaşmasıyla” bu mesele noktalandı. Dolayısıyla, ülke içinde bulunan, “Gayr-ı Müslimler”, azınlık addedilerek, “Dış İşleri Bakanlığı” sorumluluğunda, ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürüldü...
Vergi verirsin, vatani görev yaparsın ama, memur sınıfında asla yer alamazsın. Böylesi bir garabet içinde hayatımızı sürdürmeye çalışırken, muhtelif vakalara da şahit de değil, bizzat muhatap olmaya mecbur bırakıldık...
Hemen hepimizin mukaddesatı konumundaki ay-yıldızlı Bayrağımızın mukaddes varlığı her daim bizlerden uzak tutuldu..
Düşünün Osmanlı’dan beri göklerimizi süsleyen, millî varlığımızı tüm cihana gösteren ay-yıldızlı bayrağımız, bizlerden uzak tutulmuş ve mezkûr mukaddesat bir tek “Türk ırkından” olanlara hak görülmüştü!...
Şimdi birileri kalkmış; alçakça bir icraata girişmiş ve de “Askeri Garnizon”daki mukaddesatımızı gönderinden aşağı almış?!...
Evet, böylesi bir icraat, cümlemizin kanını adeta dondurmuş ve de hemen her kafadan bir ses çıkmakta değil, adeta haykırmıştır!
Hiçbir zaman düşünülmemiştir ki; bu aziz vatan cümle Türk Milletinindir. Tek bir zümrenin değil!... Biz her daim; Müslüman olanların dahi Türk sayılabilmesi için kendi ırki kimliğinden feragat etmesini şart koşmuşuzdur! Bu garip tutum, dünlerden günümüze getire, getire; bu nahoş hadiseyi getirmiştir!...
Tabii ki, bu durumun herhangi bir şekilde yumuşatıcı tarafı yoktur! Ve zaten olamaz da! Kendi öz topraklarımız içinde, mukaddesatımızın, hem de bir Askeri Garnizon’da hakarete uğraması, diplomatik yoldan halledilecek bir mesele değildir!
Dahası böyle bir olay bir başka ülkede zuhur edecek olursa; “topyekûn istifalarla” duçar kalır ve yeni bir hükûmet kuruluncaya kadar, ülke idaresi geçici olmak üzere yeni idarecilere terk edilirdi.
Hayır! Biz bunu istemiyoruz ve öyle sanıyoruz ki, esas istenen de budur!... Bizim istediğimiz: “müsebbiplerin” derhal yakalanıp, adalete teslim edilmesi ve bu meyanda; muhalefet ile iktidar’ın bu konuda işbirliği içinde olabilmesidir.
Ayrıca, Musul kentinde “Türk Konsolosluğu”nun basılması ve 49 kişinin rehin alınması problemi de çok lazımmış gibi arz-ı endam ederek, yeni bir problemin de birincinin yanında yer alması, meselenin tuzu biberi olmuştur!...
Bütün bu vak’alar bizleri daha ziyade birbirimize yaklaştırmalı ve daha sıkı işbirliği içinde olmamızı sağlamalıdır. Türkiye’nin çok çetin bir imtihan geçirmekte olduğu açıkça görülmektedir!...
Bizlerin sabrı ne zaman tükenir? Tükenir mi, tükenmez mi? Bu husus bir tarafa, sabrımızın tükenip, tükenmediğini çok merak edenler, bir hususa çok dikkat etmelidirler ki, aynen şudur: Bizler “İstiklâl Harbimizde” de bir çok sıkıntı ve belâ ile koyun koyuna yaşarken de birden silkinmiş ve “30 Ağustos Zaferi” ile günümüzdeki Türkiye’nin kurulmasını sağlamıştık.
Denecektir ki, o yılların Türk insanı ile, günümüz Türk insanı bir değildir. Doğrudur. Çünkü, günümüzdeki Türk insanı “silâh ve güç” bakımından, o yıllara hiç mi hiç benzememekte ve düşmanları tarafından hayli düşünmeleri icap eden bir konuma erişmiş durumdadır!...
Bulaştığımız bu açmazın temelleri hayli eskiye dayanan muhtelif kumpaslarla meydana getirilen, Devletimizin, zayıflatılabilme tezgâhları, nihayet kademeli şekilde ilerleyerek, günümüzdeki karmaşık duruma getirilmiştir...
İlk sistemli şekilde Türk-Ordusu itimat edilemez duruma getirilmiş, peşinden asayişten sorumlu zabıta kuvvetimiz, halkın gözünden düşürülmüş ve bütün bu insanı ürkütücü işlemler, medya’nın da yardımı ile kademeli şekilde uygulanmış; Türk Milleti kime nerede nasıl güvenebileceği hakkında düşünemez hale sokulmuştur...
Bütün bunlarda bilhassa öncü ve inandırıcı olan TV-Dizi ve Filmleri en sinsi şekilde körpecik veya olgunlaşmış beyinlere tesir edebilmiş halkımızın büyük bir kısmı sadece TV-kolik değil, aynı zamanda ruh hastası haline gelmiştir...
TV-Dizi’lerinde; entrika çeviren aileler, yekdiğerine itimadı olmayan ve de sahte samimiyetlerle yek diğerini yoklara göndermeye çalışan kimselerin başarıları, iyi kalpli olanların uğradıkları hüsranlar; hastalık, yoğun bakım, mezarlık veya hapishane, cinayet, ırza tecavüz, maddi çıkar karşılığı körpecik kızını yaşlı adamla evlendirmeye kalkışan iğrenç babalar... Hemen, hemen bütün diziler değişik versiyonlarla bir diğerinin aynı ve de dizileri adeta seyredilmez hale getiren fon müzikleri, dahası sık, sık devreye giren reklamlar vs. seyirciyi tamamen serseme çeviren böylesi yayınlar ki haberler saati de aynı sıkıcı atmosfer içinde verilen felaket haberleri, muhalefet ve iktidar çekişmeleri, seksi münasebetlere dayalı sözde okul dizileri ve bütün bunların halkımıza bıraktığı yıkıcı tesirleri vs. Milletimizi adeta tanınmaz hâle sokmuş sokaklarımız yüzü gülmeyen, en basit meselede belindeki tabancasına sarılan bedbahtlar, hiç çekinmeden cinayet işleyebilmektedirler...
“Kadına şiddet” en uç noktalarda hemen her gün boy göstermekte ve bütün bunlara mani olabilecek güçlü bir idarenin olmayışı, mezkûr vak’aların hemen her gün biraz daha artmasına sebep olmaktadır...
Kadınlarımız ne durumdadır: “Bir kısmı tamamen kapalı, bir kısmı da silme açık...” Yani ikisi ortasını bulabilmek adeta imkânsız gibi bir şey... Erkeklerimiz ise, şehirli olmayıp, şehirlere göç etmiş ailelerin mensupları oldukları ve hemen hiçbir eğitim görmemiş olmalarından dolayı, hemen her meselesini kaba kuvvetle halletmeye çalışan zavallılardan müteşekkil kimselerden kurulu günümüz şehirlisi olarak, arz-ı endam etmektedir...
Ve bizler bunların kaba kuvvete başvuranlarına, “maganda” demekteyiz...
Halbuki, bunlar bizlerin yıllar yılı ihmal ettiğimiz ve şartlar onları aramıza göndermiş olduğundan, şaşkın ördeğe dönerek, asıl kabahatli olan bizler olduğumuz halde, onları suçlamaya çalışmaktayız...
Evet, halkımızın durumu da bu merkezdedir ve hemen hiçbir kimse bu acı gerçeği görememekte veya görmek istememektedir!...
Mukaddesatımızı temsil eden Bayrağımızı gönderden indirenler, Konsolosluğumuzu basanlar vs. hemen hepsi de bizlerin gaflet içinde olmamızı akıllarınca değerlendirmektedirler... Yani “uyan babaya” gelmiş durumdayız!...
Ve lâkin, her şeye rağmen pek uyandığımız yok gibi bir hava esmektedir!... Şöyle ki; Sayın Dış İşleri Bakanımız Davutoğlu, ana muhalefet partisi CHP’yi ziyaretle son durumlar hakkında bilgi verirlerken, medyaya intikal eden şu karmaşık bilgiyi vermişler: (Bu olayların olacağını biliyorduk. Washington’u da, Tahran’ı da biz uyardık. Uyarılarımız karşısında çok şaşırdılar.)
ABD Dış İşleri Bakanı John Kery’yi telefonla, İran Dış İşleri Bakanı’nı ise; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin temasları sırasında Ankara’da uyardık.
Verilen bilgi karşısında tabii olarak adeta şaşkına dönen CHP’liler: “Madem biliyordunuz neden New-York’a gittiniz. Neden Musul’daki Türk vatandaşları için güvenli bir tahliye için adım atmadınız, Konsolosluk binasını boşaltmadınız?” Kılıçdaroğlu ise: (Bu işin mimarı siz ve başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan’dır. Bunun bir siyasi faturası olmak zorundadır. İstifa etmeniz uygun olacaktır.) Davutoğlu ise: (Bu halkın karar vereceği bir konudur.) cevabını vermişler.
HDP’lilerin, IŞİD konusunda hükümeti uyardıklarını, El-Nusra’ya Türkiye’nin yardım ettiği babında endişelerimiz var dedikten sonra, Davutoğlu; “Biz değil, IŞİD’yi Şam ile İran destekliyor.” cevabını vererek, “Türkiye başından beri IŞİD’ye karşıdır.” cevabını vermiştir.
Görülüyor ki, köy aynı köy, muhtar aynı muhtar ve fakat köy sakinleri aynı insanlardan kurulu değiller... Görülüyor ki; birlik mirlik düşünen yok... Görülüyor ki; Radikal dinci terör örgütü IŞİD’nin içinde hizmet veren “3.000”e yakın Türk bulunuyormuş da bizler bilmezmişiz?!..
Bu örgüt finans problemini ne ile çözüyormuş? Bir de ona bakalım: Bu örgüt, kontrol ettiği bölgelerdeki ekonomik kaynakları kullanarak bu problemini çözmekteymiş. Şöyle ki; Suriye’nin Rakka bölgesindeki “Petrol ticaretini” yöneterek gelir elde etmekteymiş. Hatay’dan ülkemize sokulan kaçak mazotun geliri, doğrudan IŞİD’e gittiği tespit edilmiş durumdaymış!...
Bizim özetlediğimiz bu vahim haberler, insanı düşündürmez de ne yapar?... Türkiye’nin böylesi zor problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde muhalefetin, iktidara; “Yapacağınız en doğru hareket istifa etmektir” gibi bir tavsiyede bulunması, gerçekten sadece üzücü değil, aynı zamanda düşündürücüdür hem de derin, derin!...
Türkiye tarihinin en zorlu dönemlerinden birini yaşarken, muhalefet kanadının iktidara sadece “istifa et” tavsiyesinde bulunması cidden pek düşündürücü bir husustur!...
İktidar ister kabahatli, ister kabahatsiz olsun, Türkiye’miz şu an hayli kritik bir dönem geçirirken, muhalefet’in, iktidarı ele geçirebilme manevraları çevirmeyi düşünmesi, gerçekten hemen her aklı başında insanı şaşkına çevirir?!... Zira akıl alır iş değildir?...
IŞİD’in Türk gençlerine günlük 60 dolar, yıllık 20.000 TL ödeme yapıp bir de “emir” ünvanı ile önemli mevkilere getirmesi, bizlere her açıdan daha ciddi olmamızı ön görmektedir!...
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, siyasî ortamın, “Eyalet sistemi üzerinde duracağı” söylentileri dolaşmaktadır. Böyle bir durum Türkiye’ye hayır getirmez inancındayız. Çünkü bu sadece bir Kürt meselesi değildir. Eyalet sisteminde daha başka kavimlerin de istekte bulunmaları söz konusu olacaktır...
Bizce, eyalet sistemi yerine Türkiye vatandaşı konumundaki hemen her vatandaşın doğrudan Türk kabul edilerek şanlı bayrağımız altında toplayabilme çabasının daha olumlu bir yol olacağı inancındayız!...
Saygıdeğer okuyucularım! Yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı ve mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.