(-Sarıkamış Altınbulak/ Sovanlıyı biz ne bilek!)
Prof. Dr. Kemal Arı
Tam 90 bin kayıp…
Şehit, kayıp, yaralı ve esir olan tam 90 bin yiğit...
Hem de on bir günde...
Başkomutan Vekili Enver Paşa'ydı.
Yardımcısı da bir Alman generaldi:
Bronzart Paşa...
Böylesine büyük bir kıyım niçin ortaya çıkmıştı?
Şöyle:
Sarıkamış’tan ta Batum’a kadar, Türk toprakları Rus işgali altındaydı…
Üstelik bu işgalin geçmişi 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’na kadar iniyordu.
Osmanlı Devleti bu koşullarda Almanya’nın yanında dünya savaşına bir olup bitti ile girmişti. 
O dönemde genç Osmanlı subaylarının çoğu ya Almanya’da ya da Türkiye’ye gelen Alman subaylarından eğitim görmüşlerdi.
Çoğunun kanı damarlarında durmuyor; o zamana değin gözlerinin önünde eriyip giden devletlerinin dirilmesini, eski gücüne yeniden kavuşmasını istiyorlardı.
Büyük bir felaket olan Balkan yenilgisi, belleklerde daha dün gibiydi...
Aradan daha iki yıl bile geçmemişti.
İşte şimdi; Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, 1914 yılının Aralık ayında büyük bir sınavla karşı karşıya bulunuyorlardı:
Heyecan en üst noktadaydı.
Önce Rusya'nın eline geçen yurt toprakları geri alınacak, ardından da gerekirse ta Buhara'ya kadar gidilecekti.
Enver Paşa da buna kendini o denli inandırmıştı ki, amcası Halil Paşa’yı yalnızca bir tümen askerle önce Sivas’a, ardından da İran’a kadar göndermişti.
Kendisi de Sarıkamış üzerinden Rus Ordusu’na vurunca; onu arkadan çeviren Halil Paşa'nın tümeni ile buluşulacak; Ruslar bu cephede büyük bir yenilgiye uğratılacaktı.
Bunun için de bölgeye sızan Halil Paşa, bütün o yöredeki Türk coğrafyasındaki Türkleri Rusya'ya karşı ayaklandıracaktı.
Turan ülküsü işte avuçlarının içinde ışıldıyordu. Ergenekon sanki bir nefes ötedeydi.
Sarıkamış’a yürüyecek üç kolordu vardı. Biri Erzurum’da, ikincisi Elazığ’da, üçüncüsü de Sivas’taydı.
Üçüncü Orduya bağlı 9., 10., ve 11. Kolordular bölgede bulunuyordu. 
10. Kolordu’nun komutanı Albay Hafız Hakkı Bey’di. 
Sonradan Paşa olacak olan Hafız Hakkı Bey, Sarıkamış harekatında en önemli rollerden birini oynayacaktı.
Bu planın son derece başarılı ve yetkin olduğuna Enver Paşa’yı inandıranlardan biri de oydu. 
Asıl iş, 10. Kolordu’nun omuzlarındaydı.
Diğer iki kolordu kuzey ve güneyden harekete geçtiğinde O, Allahuekber Dağları’nı aşacak ve hiç beklemediği bir noktadan Rusları vuracaktı.
Oysa ki Almanların düşünceleri bu görünenin dışında çok daha derindi. Onlar önce Fransa’ya yönelmişler, Paris’e kadar ilerlemişlerdi. 
Doğu Cephesi’nde de Ruslar arkadan Alman cephesine yüklenmişlerdi. Almanlar Türkler ’in Kafkas bölgesinden bir cephe açması durumunda, Fransa karşısındaki durumlarının rahatlayacağını düşünüyorlardı.
Bu nedenle Alman Genelkurmay Karargâhı bu harekata karar vermiş ve Enver Paşa’yı da buna inandırmışlardı.
Plan hazırlığı sırasında Enver Paşa, planı kimi tanıdığı paşalara göstererek düşüncelerini sormuştu. 
Örneğin Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’ya adeta yalvarırcasına: 
-“Karda, kışta askeri yola çıkarmayalım. Yoksa hepsi donarak ölür!”
Bu yanıta Enver Paşa o denli öfkelendi ki kendi hocası da olan paşaya şu yanıtı verdi:
-“İzzet Paşa, dua et Harbiye’den hocamsın… Yoksa seni şurada dağarcığında asardım!”
Olumlu hiçbir eleştiriyi kabul etmiyordu Enver Paşa.
Öyle ki Almanlar'ın en gözde komutanlarından olup Türkiye'de 5. Ordu Komutanlığı'na atanan Liman von Sanders bile planı inceleyince, neden kış koşullarında taarruz edileceğini anlamamış bunun yanlış bir karar olduğunu söylemişti.
Gel gör ki; Enver Paşa zaferden tam emin, kimseyi dinlemiyordu.
Ona göre Almanlar'ın yardımıyla hazırlanan plan, son derece mükemmeldi ve ani bir saldırıda Ruslar'ın karşısında durma olanağı yoktu.
Ancak ne yazık ki hazırlık hiç de tam değildi.
Erzak kıttı...
Askerin eğitimi tam değildi.
Çoğu deneyimsiz, kıtalarına yeni katılan askerlerden oluşuyordu.
Üzerlerindeki giysiler bile kış koşullarında giyilemeyecek ölçüde ince, yaz kıyafetleriydi. Kar üzerinde yürüyecek paletleri yok gibi bir şeydi. Çadırların ve diğer ağırlıkların, dağlık ve gittikçe yükselip dikleşen bir arazide nasıl taşınacağı bir büyük gizdi.
Karlı havada, büyük rakımlı tepelerde ilerlemelerinde gereksinim duyacakları hemen hiçbir donanımları yoktu. 
Anadolu insanı, dualarla çocuklarını askere uğurlamışlardı.
Ve onlar Seferberlikte vatan borcunu yerine getirmek için yeminliydiler.
Köy çocukları; canım Anadolu'mun vefakar insanları...
Onlar her türlü özveriye elbette hazırlardı. 
Ah, ya ötesi?
Bütün bu harekattan sorumlu olanlar; onlar bu özveriye karşı tam hazırlıklılar mıydı?
Enver Paşa'nın buyruğuyla, 22 Aralık 1914 günü harekete geçti. 
Artık zorlu yürüyüşe geçilmişti.
İlerleyişin her bir aşamasında rakım yükseliyor; Aralık ayının soğuğu iliklere işliyordu. 
Kar gittikçe kalınlaşıyor, yürümek güçleşiyordu.
Kısa süre sonra, askerlerin elbiselerinin kış koşullarına dayanıksız olduğu görüldü.
Asker üşüyordu...
İliklerine kadar işliyordu lanet soğuk...
Öylesine acele edilmişti ki; Almanlar'ın üç gemi dolusu gıda ve elbise gönderdiği bilgisi gelmişti. Ancak bir süre sonra bu üç gemi de Ruslar tarafından Karadeniz'de batırılmıştı.
Asker üzerlerindeki yazlık giysilerle, kendisini bir Azrail gibi bekleyen Allahüekber dağlarının zirvesine doğru ilerliyordu.
Hareket halinde ne mutfak çalıştırılabiliyordu; ne de ateş yakılabiliyordu doğru dürüst...
Askere bir kap sıcak yemek bile verilemiyordu bir süre sonra...
Avuçlarına öğün olarak sıkıştırılan bir parça ekmek ile bir kaç tane zeytin ya da başka bir katıktı.
Dağlar yükseldikçe, ortalık kara ve tipiye boğuluyor; yer yer kar iki metreyi buluyordu.
Ve Mehmetçik, gündüz demiyor, gece demiyor; beyaz bir ölümün üzerine gider gibi Allahuekber Dağları’na doğru tırmanıyordu. 
Ve zirveye yaklaştıkça; yorgunluktan, soğuktan askerin önce ayak parmaklarında uyuşmalar başladı.
Gittikçe bu uyuşmalar daha da yoğunlaştı.
Giderek uyuşan bacaklara yoğun bir hissizlik yürüyordu. 
Yürümeyip bir yerde kalan askerin üzerine daha sonra bir uyku hali çöküyordu. 
Donmaya başlayan o mübarek bedenler, bir süre sonra kıvrılıp, bembeyaz bir ölümün üzerine doğru kıvrılıveriyordu, sessizce...
Her derin uykuya dayananın belleğinde bir sıcak gülümseme beliriyordu; bu gülümseyen kimine yârin, kimine yarenin; kimine yavrunun, kimine ana-babanın gözleriydi....
Ve gece yarısı olduğunda, dağların zirvesinde donmak üzere olan insan çığlıkları yükseliyor; karanlıkta dalgalar yaparak yankılanıyordu. 
Kar taneleri kurşun olmuş; Mehmetçiğin üzerine serpiştirerek, beyaz bir ölüme doğru itiveriyordu onları.

Sarıkamış Altınbulak,
Soğanlı'yı biz ne bilek,
Bizim uşak gökçek geze,
Ağca zıbın gara yelek...

Yüzbaşılar binbaşılar,
Tabur taburu karşıla,
Yağmur yağıp gün değince,
Yatan şehitler ışılar.

Gadasın aldığım Eşe,
Tekerim dayandı daşa,
Seferberliği durdurun,
Elini öpem Enver Paşa...

Aziziye baba yurdu,
Kafkaslara tabya kurdu,
Benim korkum Ruslar değil,
Kara kışa kurban verdi...

Bir süre sonra ardı ardına Rus direniş hatlarıyla karşılaştılar.
Ve Enver Paşa gibi düşçü bir komutan, yanına Hafız Hakkı'yı almış; olayın önemini kavrayamamış olarak, bu durumda sürekli Ruslar'a hücum emri veriyordu..
Ancak Ruslar kurnazdı. 
Türk askerleriyle karşı karşıya geldiklerinde fazla direnmiyor; bir oyalama muharebesi yaptıktan sonra hızla geri çekiliyorlardı. 
Türk askeri açken, Rusların gıda durumu oldukça iyiydi. 
Giyim kuşamı ve cephaneleri tamdı.
Ve onların karşısında, sanki çıplak bedenleriyle Mehmetçik, sırtında buz kütleleriyle hücuma kalkıyordu.
Ancak onları Rus kurşunlarından daha çok, tepelerine binmiş kar, fırtına, soğuk ve açlık öldürüyordu.
Kimisi azıcık ısınırım diye arkadaşının bedenine sarılıyordu.
Ancak bu sarılış, bir süre sonra koyun koyuna donup ölüme dönüşüyordu.
Ecelin nefesi, kışın ağır soğuğunda, sanki tenlerine inen tatlı bir sıcaklık gibiydi. 
Ve yürüyüşünü sürdürebilen askerin bir süre sonra bedeni terlediğinde, o terler donarak buz kalıplarına dönüşüyordu. Gittikçe ağırlaşan ve sertleşen bu buz kalıpları bütün bedenini sımsıkı saran bir zırh haline geliyor; vücudunu bir soğuk pençeye dönüşüyor, sıkıyor, sıkıyordu...
Ter buz oluyor; ölüm mengenesi gibi Mehmetçiğin bedenini sarıyordu.
Sanki kurbanını avucuna düşürmüş, avucunu sıkarak ezip atıyor gibiydi. 
Bir sıcak nefes, bir damla ateşe muhtaç bedenler, buz dağı haline gelmiş Azrail'in elinde burulup bir köşeye atılıveriyordu.
Ve Anadolu'nun koç bakışlı yiğitleri, buz kalıpları içinde taş gibi buza dönüşerek; yar göğsüne, ana kucağına, baba avucuna değil, ölümün pençelerine bırakıveriyorlardı kendilerini.
Ölen bedenleri gömmek bile mümkün değildi. 
Kara ölüm, bir parçacık toprağı bile çok görüyordu onlar için...
Donmuş bedenler yine kar ve buz yığınlarının arasına gömülüyor ya da öylesine bir köşede bırakılıp gidiyordu.
Ölüm, ah ölüm!
Ne diyordu Büyük Atatürk, anımsayalım:
“Tam hazırlık yapmadan yapılan bir taarruz, hiç yapmamaktan kötüdür!"
Evet, aynen öyle…
Bedenler patır patır dökülmüştü işte karlı buzlu yollarda...
Gecenin karanlığında savrulmuştu her tükenen nefesle birlikte canlar...
O geçit vermez dağlar aşılıp, Rus hatlarına yaklaşıldığında; Ruslar küçük bir muharebeden sonra sağ kalabilen Türk askerlerini kolayca esir aldılar.
Koskoca bir ordu işte böylece on gün içinde kar, soğuk, buz, muharebe ve aymazlık sonucu yok olup gitmişti…
Enver Paşa İstanbul’a döndü.
İstanbul'a ulaşınca doğuda olan bu kıyım için tek bir kelime konuşmadı.
Bir buyruk yayınlayarak, Sarıkamış olayının basında yazılıp çizilmesini de sansürledi.
Böylece insandan gizlediğini; tarihten de gizleyebilecek sanmak gibi başka bir aymazlık içindeydi.
Şimdi soralım:
Bu bir facia mıdır?
Evet…
Aymazlık mıdır?
Elbette…
Bir komutan duygularıyla değil, öncelikle aklıyla ve vicdanıyla hareket etmelidir.
Siyasi hırslar uğruna Mehmetçiğin kanı üzerinden kumar oynamak, hangi sözcükle tanımlanabilir, bilinmez...
Ancak bu yanlış hesapların sonunda kaybeden hep yüreği yanık analar, bacılar, sevgililer ve çocuklar olur...
Yani en günahsızlar...
Bahar gelince o dağlarda bin bir çeşit renkte çiçekler açar...
Açan her çiçekte bir Mehmet'in ölmeden önceki son gülümseyişi yansır...
O nedenle o çiçekler, dünyanın en güzel çiçekleridir...
Kimi Afyon, kimi Bursa, Kimi Samsun, kimi Kırşehir, kimi Ankara kokar...
Ve o çiçekleri emin olun, binlerce yüreği yanık ana, yar ve öksüz kalış çocukların gözyaşları sular...
Oralarda esen rüzgarlarda, yüreği yanan anaların ağıtları eser:

Sarıkamış üstünde kar;
Kar altında Mehmet’im yatar,
Gülüm donmuş kara dönmüş;
Gören sanmış yârini sarar…

Kimi Yemen kimi Harput;
Üzerinde ince çaput;
Avut yiğit gönlün avut,
Yar sarmazsa Mevla’m sarar…