Ressam Mondria, sanatın bugün gerçekliğin yoksun olduğu bir dengenin yerini tuttuğuna, gerçekliğin giderek sanatın yerini alacağına inanıyordu. "Hayatın dengeye kavuştukça sanat ortadan kalkacaktır" diyordu.

İnsanla çevresi arasında sürekli bir dengenin varlığı en gelişmiş toplumlarda bile düşünülemeyeceğine göre; sanat geçmişte olduğu gibi gelecekte de gerekli olacaktır. Burada şöyle bir soru gelir aklımıza : Hayatın yerini tutmaktan başka bir işi yok mudur sanatın? İnsanla dünya arasında daha köklü bir ilişkiyi açığa vurmaz mı? Gerçekten sanatın görevi tek bir tanımla özetlenebilir mi, bir çok gereksinmeyi karşılamak zorunda değil midir? Sanatın kökenine indikçe ve sanatın görevinin ne olduğunu anladıkça toplumun değişmesi ile bu görevin de değişmiş, ortaya yeni görevlerin çıkmış olduğunu görüyoruz.

Milyonlarca kişi müzik dinliyor, kitap okuyor, sinemaya, tiyatroya gidiyor. Neden? Oyalanmak, dinlenmek, eğlenmek için mi? Hayır. İnsanın bir başkasının hayatına, sorunlarına gömülmesi, kendini bir resim, bir müzik, parçası ya da bir roman - oyun film kişisi ile bir olarak görmesi neden oyalayıcı, dinlendirici, eğlendirici olsun. Neden karanlık bir salonun aydınlatılmış sahnesinde yalnızca oyun olduğunu bildiğimiz şeye soluğumuz kesilircesine kapılıyoruz? Belli ki kendini aşmak istiyor insan. Tüm insan olmak istiyor. Bireysel yaşamının kopmuşluğundan kurtulmaya, bireyciliğinin bütün sınırlılığı ile onu yoksun bıraktığı, ama onun yine de sezip özlediği bir doluluğa, daha anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalıyor. İstiyor ki; "benliğinden" ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun. Sınırlı benliğini sanatta, toplu yaşayışta birleşmeyi, bireyselliğini toplumsallaştırmayı özlüyor. Bireyin bütünle kaynaşması için vazgeçilmez araç sanattır. İnsanın sınırsız birleşme, yaşantıları ve düşünceleri paylaşma yeteneğini yansıtır. Bunun içindir ki sanatçı olmak coşkun bir "esinlenme davranışı değildir. Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Sadece duyuş yeterli değildir; işini bilip sevmesi, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sanatçı azgın boğayı eğen kişi değil, onu evcilleştiren kişidir. Sanatın özünde karşılıklı çatışma vardır. Aristoteles'e göre sanatın görevi duyuları arıtmaktır; korkuyu ve acımayı yenmek, böylece kendini Orestes ya da Oidipus ile bir gören seyircinin bu benzeşmeden kurtularak alınyazısının rastgele düzeninin üstüne çıkmasını sağlamaktır. İşte tregedyalardan bile alınan tat, eğlencenin özü olan tat bu geçici tutsaklığa dayanır.

Kim büyük fikirleriçin yaşıyorsa, kendisini unutmalıdır.

Anselm