SANAL VE ÇİZGİ FİLM MÜCEDDİDİ!... (7)
Bir hamam tellâğı Patrona Halil, bir nefer, kabakçı Mustafa gibi basit insanların sebep olduğu trajedileri tam ve bütün ma’nasıyla bir benzeri...
Zamanın Rûmî Takviminin “31 Mart 1325” tarihine tesâdüf ettiği için, (Otuz-Bir Mart Vak’ası, görünürde, Hamdi ve Hâzım çavuş’ların öncülüğünde başlamıştır.)
31 Mart’a götüren sebepler:
1- Meşrûtiyet’in ilânından vak’anın zuhuruna kadar geçen 8 ay 21 günlük çok karışık devir gizli ve gayr-i mes’ûl bir cemiyetin (İttihad ve Terakkî) tahakkümüyle geçmiş ve bu hâl, Meşrûtiyet’den pekçok şeyler bekleyen halkı derin bir sukut-u hayâle uğratmıştır.
2- İttihad ve Terakkî Cemiyetinin İstanbul’da tertip ettiği siyâsî cinâyetler şehir’de bir terör ve tedhiş havası meydana getirmiştir. Kâtillerin bir türlü yakalanamaması, hükûmetin cemiyetten korkarak adaletin yerine getirilmesinden çekinmesiyle izah edilmiştir.
Bu siyâsî cinayet’ler, 2 Kânûn-i Evvel 1908 Çarşamba gecesi, Sultan Abdülhamid’in yakınlarından, İsmail Mahir Paşa’nın ustalıkla, Harbiye Nezaretine çağrılarak yolda meçhul bir kâtil tarafından öldürülmesiyle başlamış ve nihâyet 6-7 Nisan 1909 Salı-Çarşamba gecesi de “Serbestî” gazetesi’nin, Cem’iyyete mütemâdiyen hücum eden, Başmuharriri, Hasan Fehmi Bey’in köprü üstünde vurulması ve ertesi gün talebe’nin ve halkın “Adâlet isteriz,” diye bağrışarak büyük bir nümâyiş yapmaları...
3- Epirde Yunan çetelerinin yeniden faaliyete geçmesi, İstanbul Rumlarının yaygaralı uyanış mitingleri ve Meclis-i Meb’usan’daki azınlık gruplarının faaliyetleri, İttihad ve Terakkî’nin “İttihad-ı Anâsır” hülyasının suya düşmüş olmasıdır.
31 Mart Va’kası, Sultan 2. Abdülhamid’i tah’t’dan indirmeyi hedef almış tam bir ihtilâl hareketidir. İhtilâl zemini hazırlamak için, Sultan Abdülhamid karşıtları ellerinden geleni yapmışlardır.
Güyâ, ilân olunan 2. Meşrûtiyeti korumak üzere, Selânik’ten İstanbul’a getirilen ve Taşkışla’ya yerleştirilen Avcı Tabur’ları askerleri 31 Mart’ta tahrikçilerin başında yer almışlardı.
“Şerî’at İsteriz,” diye İstanbul’un bütün mekân’larına dağılan bu güruhta, neferler arasında, nefer kılığına-kıyâfetine girmiş ba’zı dönme zâbitler de vardı. Kışkırtılan askerlerin hedefinde mektepli zâbitler olduğu için kimi mektepli üst rütbeli zâbitler bile, nefer elbisesi giymişlerdi.
31 Mart Vak’ası sırasında İstanbul’da devlet bütünüyle çökmüştü. Devlet me’murları en yüksek rütbe’den en aşağı kademedeki me’murlara kadar birer deliğe sığınmışlar. Böyle zamanlarda, memleketin asâyiş, sükûn ve emniyetini te’min ile vazifeli, hayatları pahasına vatandaşının emniyetini korumakla mükellef, kumandan ve zabitlerden ortada kimse yoktu...
Mizancı Murat Bey, “Tatlı Emeller, Acı Hakîkatler” adlı eserinde isyanın birinci günü asî kâfileleri nefer kılığına girmiş, ba’zı zabitlerin idare ettiğini ispat etmiştir.
Şayan-ı dikkat ve ibrettir ki, Meşrûtiyetin koruyucusu olarak İstanbul’a getirilen Avcı taburları isyana önayak oldular. İhtilâl hazırlığı içindeki Avcı taburlarının derhal İstanbul’dan çıkarılması gerektiğini söyleyen Kâmil Paşa’nın endişelerinde ne kadar haklı olduğu tebârüz etmiştir.
Avcı taburlarının 31 Mart’ta isyancıların arasında olmaları, bu hareketin İttihad ve Terakkî’nin bir tertibi olduğunun en büyük delillerinden birisidir.
31 Mart’ta Garîbü’z-Zaman, Said Kürdî’nin yeri:
Bugün ayan-beyân tebârüz etmiştir ki, 31 Mart Vak’ası, 2. Meşrûtiyetle birlikte asıl gâye olan, Ulu Hâkân, Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretlerinin, devletin başından uzaklaştırılması, tah’t’dan indirilmesine ulaşma yolunda birer tertip olduğu için, 31 Mart’ın arkasında, önünde ve içinde elbette Garibü’z-Zaman, Said Kürdî de vardır.
“Mart’ın otuzbirinci günündeki hareketi, iki üç dakika uzaktan temâşâ ettim. İhtilâlcilerin taleplerini işittim. Fakat, yedi renkli bir şey sür’atle çevrilmiş olsa, yalnız beyaz göründüğü gibi diğer taleplerdeki fesad’ları bire indiren ve avamı anarşistlikten kurturan ve ferdler elinde kalan umum siyâset-i mu’cize gibi muhafaza eden şerî’at lafzı yalnız göründü.
Anladım, iş fena! İtaat gitmiş, nasîhat te’sirsiz’dir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürt’ler gâfil ve safdil... Bir şöhret-i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakika sonra çekildim. Makri Köyü’ne gittim (Bakır Köyü’ne gittim), beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamalarını tavsiye ettim. Eğer zerre miktarı dahlim olsaydı, zâten elbisem beni ilân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayestefenos’a (Yeşilköyü) kadar tek başıma olsun mukabele ederek isbat-ı vücud edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedîî olurdu. Tahkîka lüzum kalmazdı.”
İkinci günde, Ukde-i Hayatımız olan askerî itaatten sual ettim. Dediler ki, askerin zâbitleri asker kıyâfetine girmiş itaat çok bozulmuştur. Tekrar sual ettim, kaç zâbit vurulmuş? Beni aldattılar, dediler ki, yalnız dört kişi, onlar da müstebid (Pâdişah yanlısı) imişler. Hem de şerî’atın adap ve hududu icra olunacak! Ben de gazetelere baktım onlar da kıyamı (İhtilâl Hareketini) meşrû gibi tavsir ediyorlar idi. Ben de bir cihetten sevindim. Zirâ en mukaddes maksadım, şerî’atın ahkamını tamâmen icra ve tatbiktir! Fakat, İtaat-ı Askeriyye’ye halel geldiğinden nihâyet derecede me’yûs ve müte’essir oldum. Ve umum gazete ile askere hitâben neşrettim ki, Ey Asker! Zabitleriniz bir günah ile nefsine zulm ediyorsa, siz o itaatsizlikle otuzmilyon Osmanlı ve üçyüzmilyon nüfus-u İslâmiyye’nin birer birer haklarında zulm ediyorsunuz. Zirâ, umum İslâm ve Osmanlı’ların, haysiyet ve saadet ve bayrak tevhidi sizin itaatinizle kâimdir. Hem de şerî’at istiyorsunuz. İtaatsizlikle şerî’ata şiddetle muhalefet ediyorsunuz. Ben onların hareketini ve şecaatlerini okşadım. Zirâ, Efkâr-ı Umûmiyye’nin yalancı tercümanı olan gazetelerin nazarımıza hareketlerini, meşrû göstermişlerdi. Ben de takdir ile beraber nasîhati bir derece te’sir ettirdim. Yoksa bu kadar kolay olmazdı. Ben ki, bilfiîl Tımarhâne’yi ziyaret etmiş bir adamım. Böyle işler neme lâzım, akıllılar düşünsün demediğimden cinâyet ettim. (İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi/İstanbul 1327/İkbâl-i Millet Matbaası)
İçtimâî hareketleri, tertip ve tahrik edenler bu hareketin nereye varacağına, nerede duracağına ba’zen karar veremezler. Said-i Kürdî de hareketin başladığı ilk günde büyük bir gönül ferahlığı ile “Temâşâ” ederken, öyle anlaşılıyor ki, hareket hedefinden uzaklaşıp tam bir anarşiye dönüşünce biraz telaşlandığı anlaşılmaktadır. Yüksek rütbeli zabit’lerin bile nefer elbisesi giyinerek kendilerini kurtarmaya çalıştıkları bir harc-ü merç içerisinde, Bakırköy’e, Yeşilköy’e kadar fütursuzca gidebilmesi, Garîbü’-Zaman, Said Kürdî’nin bu vak’a’nın tertipçileri, müşevvikleri arasında bulunduğunun en sarih delilidir.
HAMİŞ:
20 Şubat 2012 tarihinde bu sütûnlar’da yayınlanan, “SANAL VE ÇİZGİ FİLM MÜCEDDİDİ!..(4)” serlevhalı yazımızın altına yorum yapan, “Süleymanlı” rümuzunu kullanan değerli kardeşim! Süleyman Efendi Hazretleri’nin bizzat Rahle-i Tedrisinde bulunmak veya onun talebesinden herhangi birisinin talebesi, talebesi’nin talebesi olmak şereflerin en büyüğüdür; “Süleymancılık” Süleyman Efendi Hazretleri’nin tecdidini ve talebesinin hizmetlerini çekemeyen zındıkların uydurduğu ve bizim nefretle karşıladığımız bir sıfattır. “Süleymanlı” nefretle karşılanan “Süleymancılık” yerine, biraz zorlama ve aslâ bizleri ifade etmeyen başka bir sıfattır. Ömrüm boyunca her zeminde, Süleyman Efendi Hazretlerinin nâciz, âciz bir talebesi olmayı iftiharla ifade ettim, etmeye devam ediyorum, ömrüm oldukça da devam edeceğim. Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebelerinden birisi olmak, talebesinin, talebesi olmak şöyle dursun, Ahibbâ’dan olmak, onu, onun talebelerini sevmek bile büyük bir şereftir, himmete liyâkate vesiyledir.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebelerinden, talebesinin talebelerinden hiçbir kimse ama hiçbir kimse, böyle bir yazıdan rahatsız olmaz. Yazılarım, elbetteki beni bağlar. Ancak, bid’atlara düşmemiş, Ehl-i Sünnet akîdesini muhafaza etmekte olan bütün kardeşlerimin de benim gibi düşündüklerinden eminim....