Kutuplara bölündüğümüzün hiç mi hiç farkında değiliz!... Farkında olmak bir yana, şayet bu gidiş devam ederse, Hz.Allah korusun, bir sabah kalkarız ki, vatan elden gitmiş?!...

Bizlerden samimiyete saygı gösterilmesi öneriliyor ve Parlamentomuz, bunun için canla, başla çalışıyor!...

Bu doğru mudur? Kastedilen “Ana Muhalefet ve İktidar” kavgası ise doğrudur. Yok, millet için çalışılıyor dense, o zaman bir nebze düşünmekte fayda var denebilir!...

Niçin mi? Şunun için düşünmek evlâdır diyoruz. Milletimizin, Parlamenterlerimizle herhangi bir anlaşmazlığımız yoktur. Ancak, sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan ile Ana Muhalefet Partisi Başkanı, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu arasında geçen siyasî çekişmeler bizlere, yani Milletimize, Parlamentomuzun aziz milletimiz için tüm gücü ile çalıştığı anlatılmak isteniyorsa, işte biz millet olarak bunu kabul edemeyiz!... Çünkü, iki siyasi şahsiyetin aralarında geçen çatışma, sayın Parlamentomuzun “Milletimiz için çalıştığı” şeklinde bizlere aktarılmak isteniyorsa. Hayır! Koca bir hayır! Zira, mezkûr söz düellosu sadece iki şahısı alâkadar eden siyasi bir çekişmeden ibarettir.

Türkiye şu an (Orta-Doğu) problemi sebebiyle, daha da sıkışık ve karmaşık bir siyasi çalkantı girdabında dönüp durmaktadır. Güney-Doğu meselemiz, Federal-Rusya ile olan münasebetlerimiz vs. Ülkemizin özellikle “İslâm Ülkeleri Liderliği” konusunda, Batı Dünyası’nın her daim korkulu rüyası olma durumunda her zamankinden ziyade tedbirli olmasını icap ettirirken, tam tersi; İktidar ve muhalefet Partilerimizin kıyasıya çekişmeleri ve bu lüzumsuz çekişmeyi şahıs karalayıcı noktalara vardırmaları akıl alır iş değildir?!...

AK Parti mensupları şu hususu kesinlikle bilmelidir ki, Türkiye Parlamentosu var olduğu müddetçe, CHP varlığını sürdürecektir ki, Hz.Allah’ın inayet ve lütfu ile ilelebet’te var olacaktır! CHP de aynı şekilde AK Parti hakkında aynı şekilde düşünceler taşımalıdır.

Yüce Türk Milleti, siyasi kuruluşlarının aralarındaki iktidar hırsı sebebiyle devamlı olarak yekdiğerini karalamaları yüzünden 3’e, 4’e bölünmüş durumdadır.

Ne var ki, aralarındaki aman tanımaz çekişmeleri yüzünden, değil bu kritik durumu, önlerini dahi görebilmekten yoksundurlar!...

İktidar dış siyasetinde; devamlı her açıdan güçlü bir Devlet olarak görünmeyi, adeta yegâne politik münasebet olarak benimsemiş ve öyle de devam ettirmektedir.

Muhalefet Partileri ise; hemen her icraata bir kulp uydurup kötü gösterebilmek gayesiyle, öylesine ileri, geri tenkitler yapmaktadır ki, bazı, bazı yapılan yanlış beyanatlar sebebiyle, dış dünya’dan dost(!) devletler kendilerine lazım olanı rahatlıkla öğrenebilmektedirler!..

Son zamanlarda en ziyade dikkatlere çeken “Başkanlık Sistemi” konusudur. Başkanlık sistemi uygulanacak olursa iyi mi olur, kötü mü olur? Düşüncesi bir yana. Ülkemizde “Demokratik” sistemin henüz tam olarak benimsenmemiş olması veya Demokrasinin kaç çeşit olduğunu dahi bilmeyen bir topluma, Başkanlık sistemini uygularsanız, nasıl bir idare şekli meydana çıkar, şimdiden kestirilemez?..

Ülkemiz insanını bir bütün olarak ayakta tutabilmek problemi ortada iken, hiç beklenmedik şekilde tarihi Çankaya Köşkü’nün, Başbakanlık düzeyine indirerek, iç ve dış kapılarında 1923’ten günümüze varlığını sürdürmüş bulunan Cumhurbaşkanlığı alametlerinin sökülüp, götürülmesini TV’lerden aziz Milletimize gösterilmesi, cidden pek hazin bir görünüm sergilemiştir!..

Bendeniz gördüğüm zaman, elimde olmayarak ağladım ve sanki Hz.Allah korusun, istilaya uğramışız gibi bir his kalbimi sızlattı!...

Türk Milletinin bir bütün olarak yek diğeriyle birleşmesinin en çok ihtiyaç hissettirdiği bir dönem içinde böylesi bir icraatın yapılması, akıl alır iş değildi?!..

Gönül ister ki, o tarihi Köşk bir müze şekline çevrilsin ve aynen muhafaza edilsin. Ama öyle olmadı ve akla gelmedik bir icraatla, aziz Milletimizin kahir ekseriyetinin kalbinin kırılması bahsına, tam tersi uygulandı!...

1950 yılında Demokrat Parti (D.P.) kahir ekseriyetle iktidar olduğunda, Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı olarak, merhum Gazi Hazretleri’nin de kullanmış oldukları yazı masasına geçip oturan merhum Celal Bayar, yazı masasının çekmesini açtığında bomboş olan çekmecenin içinde bir kartvizit görmüş ve eline alıp baktığında şu ibareyle karşılaşmış:

(-: Tebrikler! Başarılar dilerim!) İmza: ATATÜRK.

Bu durum karşısında hüzünlenen ve aynı zamanda sevinen merhum Bayar’ın gözleri yaşarmış ve aziz ruhuna Fatiha okumuşlar.

O günlerin Gazete koleksiyonlarını karıştıranlar, yukarıda yazdıklarımın uydurma olmadığını göreceklerdir.

Gönül isterdi ki, Sayın Tayyip Erdoğan da aynı zevki tadaydı. Kimbilir belki de kendilerine daha değişik ve daha güçlendirici bir kartvizit çıkabilirdi!...

Ama, denecektir ki: Elhamdülillâh bizim gücümüz de kuvvetimiz de yerindedir!... Evet bu doğrudur ve bizim koca, koca devletlerimiz sırf bu sakat gururu yüzünden yoklara karışmıştır!..

Sakın yanlış anlaşılmasın. Bendeniz AK Partiye karşı olan bir kalem değilim ve zaten olamam da. Zira bazı icraatlarını taktirle karşılamışım ve yine de aynı görüşümü zikrederim.

Ve fakat, Gazi Hazretleri bahsinde son derece hassasım ve bizlerin bu günlere, yani “Bağımsız Türkiye” günlerine erişmemizde, Cenabı Hak başta olmak üzere, Gazi Hazretleri’nin rolü büyük olmuştur. Dolayısıyla, bu hususta tarafım ancak, kör bir taraftar değil!.. Kendini Mustafa Kemal Atatürk’ün seçip sunduğu davaya adamış bir Kemalist’im.

Bizler, aziz Önderimizin henüz sağ ve dinamik olduğu yılların insanlarıyız. Gerçi aklımız erer yaşa geldiğimizde kendileri hasta ve kısa bir müddet sonra vefat etmişlerdi. Ancak, bizler Gazi Hazretleri’nin arzu ettikleri dinamik bir ruh yapısıyla yoğrulmuş olarak büyüdük.

Cumhuriyet Bayramlarında, 10 Kasımlarda, semtlerimizde bulunan Kahvehanelerin kapısına konan hoparlörlerle Radyo’nun verdiği Gazi’nin sesini huşu içinde dinler ve biz küçükler esas duruşla selâm çakarak dinler, büyüklerimiz de bizlere bakarak, adeta iftihar ederler, gözleri yaşarırdı.

Müslim, Gayr-ı Müslim problemi yoktu. Çünkü, Gazi Hazretleri hepimizin Önderi idi! Daha sonraki yıllarda ise; kimi ırkçı, kimi ümmetçi olarak, bizlerden uzaklaştılar ve anavatanımızda bizler adeta yabancı yerine konmakta değil; “Türk ve İslâm düşmanı” olarak gösterilmeye başlandık. Ülke içinde zuhur eden her karanlık icraatın arkasında doğrudan bizler gösterilmeye başlandık ki, hâlâ bazı açılardan aynı tutum devam etmektedir.

Bütün bunları yazmamdaki başlıca sebep; günümüz problemleri içinde bocalayan Türkiye’mizin, nasıl karanlık yarınlara doğru kaydığını veya kaydırıldığını göremeyecek derecede körelmiş konuma gelmiş oluşumuzdur!...

Bir kesim gençlik yırtık pırtık kot pantolon, üstü şeytan resimli tişört, kolda, bilekte dövmeler, kızlı, erkekli kulaklarda burunlarda küpeler, dikene benzeyen saçlar vs. Tam manada üstü şişhane, altı keşane, binmişler bir alamete, gidiyorlar kıyamete...

“Kafeterya, Disko ve Gece kulüpleri” de onların uyuşturucu temin ettikleri modern(!) mekanlar. Büyük şehirlerde uyuşturucu kullanımı, Orta-Okul bire kadar inebilmiş...

Diğer kesime gelince; Dini ön planda tutan bu kesim, Türk Milleti’nin İslâmi anlayışını sistemli şekilde geri plana iterek, Çöl Arabı’nın kendine göre uyguladığı İslâmi inanca ortak edebilme gayretkeşliği. Öye sanıyorum ki bizlere hayır getirmez.

Selçukluların İslâm Sancağını alarak ileri atılması ve Osmanlı’nın o mukaddes hizmeti devam ettirmesinde; Türk ruhunun, Türk karakterinin ve Türk inancının ruhu mevcuttu ve biz gayrı İslâm unsurları, İslâm’ı bu şekliyle sevdi ve Hıristiyan Dünyasında da tasvip gördü.

Batı dünyasının Lozan’da “Halifelik makamının” kaldırılabilmesi için adeta çırpınmasının asıl sebebi bu noktada gizlidir.

Hiç kimse kalkıp da, sen Hıristiyansın, İslâm hakkında fikir beyan edemezsin! diyemez. Benim atalarım İslâm dünyasında hayat bulmuş, İslâm’la iç içe yaşamıştır. Şu husus peşinen bilinmelidir ki; Bizim bir kulağımız çan sesiyle dolu ise, diğer kulağımız da ezan sesiyle doludur.

Hangi ülke olursa olsun. Hemen her ülkenin vatandaşları ayrı dinlerden de olsalar. Topyekün aynı Milleti temsil ederler. Bunun aksini düşünmek: Faşizmin bizati kendisi demektir.

Bizim ülkemiz bilhassa bu noktayı çok iyi düşünüp, en ala şekilde değerlendirmesi elzemdir. Çünkü, söz konusu olan doğrudan Türkiye’dir.

Bizim TV’lerimiz öylesine dehşetengiz dizileri ekranlara getiriyorlar ki, insan adeta hayretler içinde kalmaktadır. Çünkü hemen hepsinde: Şiddet, entrika, vahşet, hastane, yoğun bakım, hapishane ve mezarlık dizilerin başlıca unsuru olmakla birlikte kadınlarımızın silâh kullanması, ailelerin iç dünyalarında dahi samimi olmayan davranışlar içinde nice felaketlere öncü olmaları vs. Bütün bunların bizim toplumumuzu alakadar etmeyen hayat tarzlarına bizleri de itmeye çalışıyorlar. Bu durumun da peşinen önlenmesi lazımdır. Zira, mezkûr dizilerin taşıdıkları imaj özetle şudur: Devlet seni koruyamaz. Seni koruyabilecek yegane unsur, semtin kabadayılarıdır: Bakan olan kimse gayrimeşru yolda cinayet dahi işletebilecek zihniyette bir mahlukat, Savcı ise, daha korkuncu...

Unutulmasın bütün bunlar gözardı edilemeyecek konulardır. Bizden hatırlatılması!...

Saygıdeğer okuycularım inşallah yeni bir Pazar gününde buluşabilme umudu ile cümlenize hayırlı tatiller diliyorum efendim.