Yıl 2021.... dünya ve Türkiye salgın belası ile büyük bir mücadele de! Bu cümleden sonra konumuza direk girecek olursak!

Bugün dünyanın sıkıntı çektiği Kovid-19 belası her ne kadar dünyaya Çin’de yayıldı deniliyorsa da, bilindiği gibi Türkiye’ye daha çok Avrupa ülkelerinden gelmiştir. Yine domuz gribi de ABD ve Avrupa’da gelmiştir. En son mutasyona uğramış Kovid-19’unvirüsünüün başka bir türünün İngiltere’den dünyaya yayılması gibi,  200 yıl önce de yine salgın bir hastalık olan veba’nın Avrupa’da gelmesi gibi!

Ortaçağ’da Avrupa’yı kasıp kavuran ve o zamanki Avrupa nüfusunun 1/3’ünü öldüren veba Avrupa’dan Osmanlı’ya geçerek dönem dönem Osmanlı’nın da başına bela olmuştu. Bu veba salgınlarından en vahimi ise 1812 yılında yaşanan ve dönemin İstanbul’unda tam bir dehşet havası estiren salgındı. 

Hastalık büyük şehirde o kadar korkunç bir hal almıştı ki, padişahın emri ile sur kapılarına konulan gizli memurlar bir günde her kapıdan 50- 60 ila 300 arasında cenaze çıktığını tespit etmişlerdi, üstelik bu rakamlara şehir içinde gömülenler dâhil değildi. Zamanın gümrük emini tarafından düzenlenen bir resmi belgeye göre, bir buçuk ay içinde İstanbul’da her gün 850-900 kişi ölmüş, Ramazan ayında ise ölü sayısı 1200’e kadar çıkmıştı. 

Hastalığın en şiddetli hüküm sürdüğü semtler bilhassa ayak takımının, bekâr uşaklarının kalabalık olduğu Tahtakale, Yemiş’de Bahçekapı’ya kadar olan sahil parçası, Galata ve Üsküdar’dı; çünkü buralardaki bekâr odaları birer pislik yuvası halindeydi. Aslında, aynı zamanda birer günah ve haşarat yatağı olduğundan, hükümet ilk tedbir olarak bu bekâr odalarının yıktırılmasını emretti. Odalar bir gün içinde yıkıldı. Bu işle görevlendirilenler tüyler ürpertici manzaralarla karşılaştılar: 

Ölenlerin çoğu arkadaşları tarafından sokaklarda yıkanıp birer tahta parçası üzerine konularak götürülüyordu. Yıkılan odalarda unutulmuş, kokuşmuş yüzlerce ölü bulundu. Bunların arasında da birçok uygunsuz gençler, fahişeler, bu fahişelerin beşikte çocukları görüldü. 

Bahçekapısı’nda bir sokak vardı ki, şehrin gerçek anlamda bir batakhanesi idi ve halk ağzında “Melek Girmez Sokağı” denilirdi ki, bu müthiş vebadan sonra devrin padişahı II. Mahmut bu sokakta bir cami yaptırmış, adını da “Hidayet Camii” koymuştu. 

Salgın sırasında padişah Beşiktaş sarayında bulunuyordu, ikindi namazlarına Ayasofya’ya gelirdi. Padişahlar kadın cenazesinde namaza durmazlardı, hocalar tarafından “hastalığın giderilmesine sebeptir” diye rica olundu, Sultan Mahmut üç dört defa Ayasofya’da cenaze namazı kıldı ki bir seferinde 19 erkek, 8 kadın ve 11 kız ve oğlan olmak üzere 38 cenazenin namazı kılınmıştı. 

Yakınlarından bazı kimselerin tavsiyesi ile hastalığın giderilmesi için, Sultan Mahmut yatsı namazından sonra minarelerden yüksek sesle Kur’an-ı Kerim’de sure okunmasını emretti.

Ramazan bayramında ise, bayramlaşmak münasebetiyle halkın birbiriyle teması arttığından, hastalık tüyler ürpertici bir hal aldı. Bayramın ertesi ölümler günde 3000 kişiye kadar çıktı; halk panik içerisinde sıkıntılı günler geçirerek hastalığın geçmesi ve yok olması için temizliğe ve birbirleriyle görüşmemek için büyük çabalar sarf ettiler. Saray’da bu hastalığın yok edilmesi için İstanbul sokaklarında büyük bir temizlik çalışması başlattı. Hastalığa sebep olacak zararlı haşeratların yok edilmesi için izbe yerler temizlendi. Saray İstanbul’daki can kaybının büyük olması nedeniyle halkın üzüntüsünü paylaşmak için eğlence ve düğün törenlerine yasak getirdi. Yani 1812 yılı Ramazanı’nda geceleri bekçilerin davul çalması, mâni ve türkü okuması, kahvehanelerde tavla, dama ve satranç vesair oyunlar oynanması, meddahların hikâye anlatması yasak edilmiştir.

Sonuç; bana göre “salgın yine Avrupa’da geldi” kanaatinde emin olduğumu söylüyorum. Ama, tarihte ibret almak ne olmalı derseniz? “Maske, Mesafe ve Temizlik” kuralı gerçeğinden asla vazgeçilmemelidir, diyorum!