Dil, bir yığın et parçası öyle mi?

Güldürmeyin beni…

Değil mi ki kökünde dikenimsi nasırlar gizli?

Değil mi ki o dikenler ayaklanınca olur dil yarası? Başka bir yüzde belki de ömür karası...

“Vallahi dilden, billahi dilden gebereceksin sen de benim elimden!”

Bu söz bana ait değil elbette. Bu söz; başındaki mavi yazmasından aklanmış telleri salınan, yüzünün çizgileri bir uçurumu yansıtan, baktıkça uğuldayan, ayağında soğuğa rağmen yırtık terliklerle sek sek oynayıp kaderine küfreden adsız kadına ait.

Gelen geçen deli diyor, ayıplıyor. Hatta bıyık altı gülüyorlar. Uzaktan bakıyorlar yanından geçenler. Bir adımlık yolu on adıma uzatırken akıllarından saldırgan olup olmadığına dair endişeleri ürpertiyle geçiyor. Yitiyordu kadın, yitiyordu oysa aklının boz bulanık masallarında…

Kadın, elinde bir paslı makas oturuyor caddenin yağmurla yıkanmış kaldırım taşlarına.

Açıyor yıllarını sakladığı bohçasını. Tutam tutam aldığı saçlarına “Gün aydın olsun." dedim ben.

Siz aklandınız!

Siz şahitsiniz, beni şimdilerde güldüren yıllarıma o zaman, de hade azat vakti

akan yağmurun o kirli, o üryan, o bende olmayan saflığına.

Makasa emredercesine kesmeye çalışıyordu saçlarını. Belki de kurtulmaya çalışıyordu alnına “deli” damgasını mühürleyen yıllarından.

Kestiği her tutama baldıran cümleler içiriyordu adeta.

-Valla, burada o bıçak izi öldürmedi, yaşadıkça kanattı.

-Aha sen biliyorsun. De hade git de selam söyle, anan seviyor seni de mezardaki gülüme…

Belli ki üç beş evlat vermiş sakura çiçeği misali toprağa. (Sakura çiçeği varoluşu temsil ediyordu Japon kültüründe. Meyve vermeyen bu ağaç, baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder.)

Bu yüzden kanadıkça kanıyordu dilinden cümleler. Devam ediyor ardı sıra:

-Ah o gâvur, o gâvur duvarlara çaldığında bir parçacık kuzumu, ellerimde kalmıştınız o vakitlerde…

Ne çabuk uzadınız da kuzuma beyaz ağıtlar oyaladınız.

-Osman emmi demişti, demişti ya baban ananı zorla kaçırmış, zorla gelin etmişti on ikisinde. On üçünde beni almış bez bebeği yerine. Çiğ düşmüş göğüslerinden sütü gelmezmiş o vakitlerde.

Osman emmi demişti, demişti anan geldiğinde ondördüne ya göle düştü ya kendini attı bilmiyor gerçeği, kimseler bilmeyecek de…

-Ah o gavur, o gavur Selim adam olaydı, olaydı da böyle olmayaydık. Serihoş adımlarına güvendi hep. Hıh nasıl da ölüme götürdü zamansız?  Nerde, nasıl yatıyor şimdi bilmiyorum. Aldatmadığı kesin onu biliyorum. Toprakla koyun koyuna he ya…

-Anaaaaaaa sen!

Sen bu kadar beyazın arasında nasıl öyle kaldın a gülüm? Nasıl yani, beyazlanacak bir telim daha mı var? Oyyyyy!

Ooooooy kadın, bitmedi gamın, vur gönlünce deliliğe vur…

Söylendikçe kendi kendine, şikâyete tabi bir suçlu gibi girmişti zabıtalar iki eline.

Adını damgalamıştı yıllar alnına, ölüm ünlesin diye. Gülüyordu kadın o yarayla bezeli nasırlı adımlarına…

İzlediğim bu tablo karşısında donakalmıştım. Bir insanın bir insana yaşattığı vahşeti izledim. Onca yılı aklanmış saçlarına öykünerek on dakikaya sığdırsa da yıllar beli iki büklüm etmişti ve ödetmişti “KADIN”olmanın biçare bedelini.

Dil demiştim, bir dil kekeme de olsa, peltek de olsa, lâl olmadıkça derin yaralar açar. Derin sularda boğar…

Ben boğuldum bu ahuzar karşısında.

Ne demişti can yücel:

“Her yürek sevebilseydi eğer, ayrılık hiç olmazdı. Her seven yürekli olsaydı zaten ’Aşk’ bu kadar basit olmazdı!”  ve de bu kadar ucuz.

Geriye kalan delilik nasıl olsa. Söz biçare dilden sızılı salınınca…