“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşayabilseydim yazar mıydım hiç şiir
—Yaşama
—Ya bileydim?
Hiç: Şiir”
İsmet Özel
Serserilik lügatte; bir işi ve yeri olmayan, kabadayı, hayta, holigan, tutarsız, beğenilmeyen davranışları ve belli hedefi bulunmayan, başıboş diye tarif edilmektedir. Bizim yukarıdaki başlığa bakarak şairleri, lügatte geçen serseri tanımıyla karıştığımız sanılmasın. Bizim şair ve serserilik dediğimiz şey; Zeki Müren’in bir zamanlar dilden düşmeyen bir şarkısının bir mısrasında geçen“Gönlüm serseriyse sana ne” ifadesinde saklıdır. Daha açık ifadeyle sözünü ettiğimiz serserilik bir ruh serseriliği bir gönül serseriliğidir. Özetleyecek olursak şairane serserilik!
Şair olmak uçuk olmaktır biraz da deli dolu. Vasat’ın insanı değildir şair. Onu diğerlerinden farklı kılanda bu değil midir? Deha ve delilik, sanat ve delilik arasındaki o ince çizgide duran adamdır şair. Zira bu ince çizgidir şairi veya sanatçıyı ötekilerden ayıran, ona farklı sözler söyleten, farklı duygular kazandıran. Bu anlamda her şairde biraz serserilik -hohemlik- vardır.
Bir şiiri vasat olmaktan kurtaran da bu gönül ve ruh serseriliğidir. Yani şair, serseriliği bizim anladığımız manada değil, yukarıda sözünü ettiğimiz manada ruhunda yaşar. Doğusu Batısıyla birçok şairde görülen bu ruh serseriliği, bir anlamda onların farklı duygu ve düşüncelere açılmasını sağlar. Cemal Süreya’nın “şairin hayatı şiire dâhildir” sözü ışığında, bu ruh ve gönül serseriliği onun şiirini ve sanatını belirler. Bu ruh ve gönül serseriliği bazı şairlerde açık biçimde görülürken bazılarında gizli kalabilir. Şair ve serserilikten bahsedip de Necip Fazıl’ın meşhur “serseri” hatırlamamak mümkün mü?
“Yeryüzünde yalnız benim serseri
Yeryüzünde yalnız ben derbederim
Herkesin dünyada varsa bir yeri
Bende bütün dünya benimdir derim
Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı
Aradım bir ömür arkadaşımı
Ölsem dikilecek yok mezar taşımı
Haline ben bile hayret ederim
Gönlüm ne derttedir ne de bahtiyar
Ne kendisine yar ne kimseye yar
Bir rüya uğruna ben diyar diyar
Gölgemin peşinde yürür giderim”
Serseriliği bu kadar güzel tasvir eden ve bu derece ruhunda hisseden başka bir şair var mıdır bilemiyorum. Zaten bu haleti ruhiyedir insanı şair kılan. Zaten bu yüzden “Necip Fazıl’ın aleyhine 1959 yılında açılmış bir davada davacı İsmet İnönü’nün avukatı, şairin bu şiirinin ‘Yeryüzünde yalnız benim serseri/Yeryüzünde yalnız ben derbederim’ mısralarını okuyarak, bizzat şairin kendi kendisini serserilikle itham ettiğini ileri sürmüş ve bu gerekçeyle de yargıçtan şairin tutuklanmasını istemiştir. (bilindiği gibi CMUK’a göre serserilik tutuklanma sebebidir)” Bu yüzden bir ömür süren arayış, idealin peşinde koşma, derin felsefi düşünceler, güzel olanı sevme, Mecnuncasına aşk ve tatmin olmayan ruh. Bütün bu özellikler insanın ruh dünyasının uyanmasına yeter. Bu uyanış şairi hep arayışa hep isyana sürükler. Kalıbına sığmayan şair, delicesine bir yaşamın peşinden sürüklenip gider. İşte bu gidişin adı serseriliktir. Artur Rimbaut gibi maceracı ve serseri bir yaşam bekler onu…
Şair ve serserilik bağlamında Necip Fazıl’a baktığımızda ömrünün bir bölümünü bohemlikle geçmiştir. İçki kumar masalarında ruhunu dindirme. “Fikir çilesinden yok büyük işkence” dediği derin düşünce ve peşine düştüğü rüyadır onu vasat olandan uzaklaştırıp serseriliğe veya bohemliğe iten. Hidayete erdikten sonra içindeki bu duyguyu ancak bastırabilmiştir. Çünkü İslam, insan ruhundaki kötülükleri sadece iyiliğe kanalize ederek ıslah etmeye çalışır. Ama insan ruhundaki her türlü duygu yok olmaz yalnızca bilinçaltına itilir. Psikoloji buna “bilinçaltı veya şuuraltı” der. Burada şuur ile şiir arasında bir bağ olduğunu, şiirin şuurdan doğduğunu unutmamak gerekir.
Türk edebiyatında yalnız Necip Fazıl değil, birçok şair vardır serserilik ruhunu içinde taşıyan. Örneğin Neyzen Tevfik hem yaşamı hem şiiriyle Melami meşrep bir şairdir. Ruh ve gönül serseriliğini içkide dindirmeye, neyde sakinleştirmeye çalışmıştır. Neyzen’in şiirine bakınız derin felsefi düşünceler ve savrulan bir sürü küfür. Tıpkı Ömer Hayyam gibi. Bu açıdan bakıldığında hangi şairin ruhunda serseriliğin olmadığını söyleyebilirsiniz? Bizim edebiyatımızda iki tip şair çıkmıştır: birincisi kadın memelerine sığınmış, ikincisi ideolojiye…
Serserilik içinden geldiği gibi yaşamak, hep oluş halinde olmak, ruh ve gönül olarak kendini rahatsız hissetmektir. Ve bu durum en çok şairlerde görülür. Her şeye bigâne kalmak veya aşırı duyarsızlık. İki zıt şeyin aynı anda tek ruhta bulunması ne büyük çelişki? Ne büyük trajedi. Şairlerin ruh veya gönül serseriliği yüzünden bohem yaşamaları aslında yaşadıkları trajediyi bastırmak, ondan kaçmak içindir. Şairler ya Nedim gibi aşırı derecede boş verip içki masalarında ömür tüketir ya da Nietzsche gibi aşırı duyarlılıktan çılgınlaşırlar. Şairin belki de kaderidir bu! Hem de vazgeçemeyeceği bir kader… Kuran bile şairler için: “onlar sahralarda dolaşan mecnunlara benzerler” benzetmesinde bulunurken, Peygamber Efendimiz; “Onlar heva ve heveslerinin peşinde koşarlar” diye buyurur.
Şairlerin ruh ve gönül serseriliği aşk ve arayışın getirdiği bir ikilemdir. Aşk ama Leyla gelse dahi Leyla’yı istemeyen bir aşk. Arayış Leyla’nın peşine delicesine düşen ama bulduğunda yüz dönen ve acısıyla baş başa kalmayı bulmaya tercih eden bir arayış. Anlayacağınız hülya ve rüya arasında bir dünya. Kısacası şairi serseri yapan ruhundaki işte bu fırtınalardır. Şair ve serserilik deyip de Şair Can Yücel’i anmamak olur mu? “Can Yücel bir ressam arkadaşının atölyesinde çilingir sofrası kurmuş, içmektedir. O sırada bir başka ressam, Can Yücel’e sorar: “Beyefendi ne iş yaparsınız?” Can Baba, “Şiir yazar, çeviri yaparım” diye cevap verir, kısaca. Bunun üzerine Ressam, göçmen ağzıyla şöyle der: “Abe desene, sen serserisin”