SADAKA VE HEDİYE KABÛLÜ!... (2)

Abone Ol
Tâbiî imam’larından İbn-i Şirin ve İbn-i Muhayriz, devrin sultanı tarafından kendilerine verilen atiye’yi kabul etmemişlerdir. 
Hişâm İbn-i Urve, Abdullah İbn-i Zübeyr’in hilâfeti zamanında kardeşime ve bana beş yüz dinar hediye göndermişti de, kardeşim bana: “Bu parayı kabul etme, red et! İhtiyacı yokken her kim Sahib-i Saltanat bir kimsenin hediyesini kabul ederse, Cenab-ı Hakk, muhakkak o kimseyi bu aldığı paraya çok şiddetli bir surette muhtaç eder,” dedi. 
İbn-i Münzîr de: Muhammed İbn-i Vâsî’nin, Süfyân-i Sevrî’nin, Abdullah İbn-i Mübârek’in, Ahmed İbn-i Hanbel’in sultan hediye’lerinin kabulünün kerih olduklarını bildirmiştir. 
Taberî, “Bana göre atiyye mes’elesinde (Sadaka ve Hediye) doğru olan içtihad, ister sultan hediyesi olsun, isterse sultan’dan başkasının olsun hediyeleri kabul edilmemelidir, kabul edilmesi mendubtur” demiştir. Taberî bu hususta, Hazret-i Ömer radiya’llâhu anh, hadisine istinad etmiştir. Hazret-i Ömer’in rivâyet ettiği bu hadis-i Şerif’te Resûl-i Ekrem Efendimiz: Bilâ tahsis (Hediye’nin kimler tarafından verildiği hususunda herhangi bir tahsis yapmadan) Herhangi bir cihetten Cenab-ı Hakk bir mal ihsan ederse, onun kabûlünü “Fehuzhû” (o malı al!) emriyle mendup kılmıştır. Demek oluyor ki, buradaki emir vücup değil nadb ifade etmektedir. 
Bunun bir istisnası varsa o da Resûl-i Ekrem’in istisna buyurduğu haram maldan gelen ve haram’dan verildiği bilinen hediye’dir. 
Hediye hakkında, menfî bir yol iltizam edenlerin red sebebi hediye veren kimselerin malını zann-ı Gâlib ile şüpheli görmeleridir. Dolaysiyle, dinini koruma iffetini beraat için hediyenin reddini iltizam etmişlerdir. 
Hediye’lerin kabûlünü seçenler de, nereden kazanıp nereye sarfettiği ma’lum olmayan kimsenin hediyesinin kabûlü yönünde içtihadda bulunmuşlardır. 
Hediye veren bir kimsenin malını şu üç halde mutalaa edebiliriz: 
1- Kazancının helal olduğu yakînen bilinen kimselerin hediyelerini kabul etmek gerekir. Reddedilmesi müstahap değildir. 
2- Helâl kazanç sahibi olmadığı yakînen bilinen kimselerin hediyesinin kabûlü kesinlikle haramdır. 
3- Malının helâl veya haram olduğu yakînen bilinmeyen kimselerin hediyesi, kabul edilir veya edilmez, menfi ve müsbet içtihadın zuhuru bu noktadadır. 
Malına bir şekilde haram karışmış birisinin hediyesinin kabul edilip-edilmeyeceği, ya da bu kişiyle alış-verişte bulunulup-bulunulamayacağı hususunda da ihtilâf vardır. 
Abdullah İbn-i Yezîd, Ebû Vâil, Kasım, Sâlim, hediye kabûlünü kerih görenlerdendirler. Rivâyet olunduğuna göre, Sâlim İbn-i Abdullah’ın bir kölesi ölmüş. Bu köle Mısır’da şarap mubâyaa’sı yaparmış. Vefatında bir hayli servet bırakmış, tabiî ki, tek vârisi, sâhibi olan Sâlim, bu şarapçı kölenin mirasını reddetmiştir. 
İmam-ı Mâlik’in beyanına göre, Abdullah İbn-i Yezîd İbn-i Hürmüz: Helal kazanç sahibi bir kimsenin bu temiz kazancı içine az bir miktar olsa bile haram karıştırıp da bütün malını telvis etmesine (pislik karıştırmasına) hayret ederim,” dermiş- Süfyân-ı Sevrî de; Haram karışık olan maldan verilen hediye’nin kabûlünü kerih görmüştür. 
Buna mukabil, tecviz eden ulemâ’ya gelince: Abdullah İbn-i Mes’ud radiya’llâhu anh, hediyenin kabûlünü tecviz edenlerdendir. Birisi Abdullah İbn-i Mes’ud radiya’llâhu anh’e şöyle bir sual sormuş: 
- Benim bir komşum var. Bu adam faiz yemekten, kirli kazanç yollarından istifade etmekten çekinmez. Şimdi beni yemeğe da’vet ediyor. Bu adam’dan ödünç alarak ba’zı ihtiyaçlarımı karşılamak niyetindeyim. Bu vaziyet karşısında benim ne yapmam gerekir? Abdullah İbn-i Mes’ud: 
- Bunun da’vetine git, ödünç verirse ödüncünü de kabul et!... Da’vetine gitmek senin için bir vazifedir. Haram kazancının günahı o adam’a aittir,” diye cevap vermiştir. 
İbn-i Ömer radiya’llâhu anh’ten de: Faizci bir adamın yemeğini yemek caiz midir? diye sorulmuş. O da haram değildir, diye cevap vermiştir. Nehâî’den de: Helâl’den, haram’dan karışık bir servet sahibinin hediyesi ve yemeği haram mıdır? diye sorulmuş. O da: Haram değildir, haram olan, yalnız aynî haram olan (domuz eti ve şarap gibi) malıdır,” diye cevap vermiştir. 
Buraya kadar, sultan’ların, devlet otoritesi kullananların, zenginlerin eşrâf’ın halka, avamâ tevcih ettiği, atiye ve hediyeler incelenmiştir. 
Yâ sultanlara, yetkililere, me’murlara, kamu görevlilerine verilen atiye-hediye için hüküm nedir? 
Ebû Humeyd-i Said Hazret’leri diyor ki: Resûlüllâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Esed kabilesinden İbn-i Lîbiyye denilen birisini, Benî Süleym’in sadakasını (zekâtını) tahsile me’mur etmişti. (Zekâtın farz kılındığı ilk yıllar’da bilhassa, Medine’ye nisbeten uzak bölgelerdeki Müslüman’ların zekâtları, Zekât Âlimleri, Zekât Tahsildarları eliyle toplanırdı. Resûl-i Ekrem, zekât’ın kimlere farz kılındığı, miktarını, nisabını ve diğer hususları ihtivâ eden birer tâlimat vererek, güvenilir kimseleri uzak bölgelerdeki Müslümanlara gönderir, bunların vasıtasıyla zekât Beytü’l-Mal’de toplanır, buradan gerçek ihtiyaç sahiplerine tevzî edilirdi. Zekât âmillerinin-Tahsildâr’larının-maaş’ları da zekât fonundan karşılanırdı. İşte zekât âmillerinden birisi de, Esed oğullarından İbn-i Lîbiyye idi. Bu adam vazifesini yerine getirip Medine’ye döndüğünde, Resûl-i Ekrem bunu muhasebe ederken (topladığı zekatın hisabını sorarken veya hisabını görürken, İbn-i Lîbiyye: 
- Yâ Resûlellâh! Şu sizin zekât malınızdır. Bu da benimdir, bana hediye verilmiştir,” der. Resûlüllâh salla’llâhu aleyhi ve sellem cevaben: 
(Acâyip?), sen doğru bir adam isen? Babanın, ananın evinde otursaydın da sana hediye getirilmiydi? görseydin, buyurur. Sonra Resûlüllâh Mescid-i Nebeviyyeye gelir, öğle namazından sonra, itiyadı olmadığı halde Minber’den bir hutbe irad eder. (Mu’tad olan, yalnız Cum’a ve bayram günleri Minber’de hutbe irad buyurmasıydı.) Hutbesinde, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine şehâdet ve kendisini güzel sıfatlarla senâ ettikten sonra, (Emmâ ba’dü) bundan sonra, diyerek buyurdu ki: “Vaktiyle ben içinizden birisini, Allah’ın bana havale buyurduğu bir işe ta’yin etmiştim. Şimdi gelmiş bana hisap verirken (sıkılmadan): Şu sizin zekât malınızdır, bu da benimdir, bana hediye verilmiştir, diyor. (Bu ne hal?), bu adam babasının anasının evinde otursaydı, kendisine bir hediye verilir miydi? Yoksa verilmez miydi? bir kerre görseydi. Hayatım kudretli elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, bir kimse hıyânet edip de, Beytü’l-Mâl’den hakkından başka bir şey alırsa, muhakkak kıyâmet gününde o adam çaldığı malı boynuna yüklenerek haşrolunur. Hem öyle bir halde haşrolunur ki, çaldığı hayvan deve ise musîbetzede (ağır yaralanmış) develer gibi inleyerek; eğer sığır ise avaz avaz bağırarak (böğürerek); koyun ise şiddetle feryad ederek arasat meydanına gelir. 
Bundan sonra Resûlüllâh salla’llâhu aleyhi ve sellem mübârek elini koltuk altı görülene kadar kaldırarak üç def’a: Yâ Râb! Emirlerini tebliğ ettim mi? Emirlerini tebliğ ettim mi? buyurdu. 
Humeyd es-Sâidî radiya’llâhu anh “Ben bunu gözümle gördüm. Bu hutbe’yi de kulağımla işittim. Zeyd İbn-i Sâbit radiya’llâhu anh’de benimle beraber işitti. Ona da sorunuz!... buyurdu. 
Bu uzun Hadis-i Şerif’ten çıkarılacak en önemli hüküm, kamu hizmetinde olanların bu hizmetlerini ifa ederken, ya da sırf bu hizmetlerde bulundukları için, babalarının, analarının evinde ya da kendi evlerinde otursaydılar, kendilerine verilmeyen hediyeler verilmesi ve bu hediyeleri kabul etmeleri yolsuzluk, Beytü’l-mâl soygunu kabul edilmiş ve kat’î olarak yasaklanmıştır. Herhangi bir vatandaş durup dururken, bir makam sahibine, yetkiliye veya karar merci’inde olan birisine niçin hediye versin? Elbette, hak etmediği bir malı elde etmek, hak etmediği bir makam’a gelmek, hak etmediği bir imkân’dan faydalanmak için verir. 
Durup dururken, hiç bir kimse tanımadığı, hayatı boyunca karşılaşmadığı yolları bir şekilde kesişmeyen birisine niçin hediye verir? 
Hele, yabancı ülke temsilcileri, ticârî mü’esseseler bir ülkenin devlet ricâline herhangi bir hediye takdim etmişse, kısa bir zaman sonra bunun faturasını o devlet adamının önüne koyar... 
Merhûm Başvekil Adnan Menderes, kalabalık bir hey’etle çıktığı, ABD resmî ziyareti sırasında, Türkiye’de de büyük yatırımları bulunan bir dünya şirketi’nin, bir tröst’ün merkezini ziyaretleri sırasında, hey’ette bulunanların hepsinin önüne, epeyce pahalı, orijinal, üzerine Türk Bayrağı nakşedilmiş birer kol düğmesi konulur. Hey’ete dâhil zevât, kol düğmelerini almak için hamle ettiklerinde, Merhûm Başvekil göz ve mimikleriyle hediye edilen kol düğmelerini almamalarını hey’et mensuplarına işaret eder ve hiç kimse önlerine konulan hediyeyi almaz, yerlerinde bırakırlar. 
Otel’e dönüldüğünde, Merhûm Başvekil, “Arkadaşlar, kusura bakmayınız, bunlar hep böyledirler, kanunları ve mevzuat gereği çok fazla değeri olmayan hediyeler sunarlar. Kısa bir müddet sonra, asla ödeyemeyeceğiniz faturaları önünüze koyarlar.” diye hediyelerin niçin reddedildiğini anlatmıştı. Ah! Ne güzel hassâsiyet!