Gecenin karanlık saatlerine sığınıp iki büklüm olmuş halimle yağmur sonrası yaprakların üzerine konan ormanın taze kokularına sığınıyorum.

Bazen  “Darağacı” ile Mustafa Necati Sepetçioğlu, bazen “İşgal” ile Teoman Ergül ve bazen de “Hoşçakal Mayumi” ile oluyorum saatler boyu.

Ve hiçbir zaman benliğimi bana bırakmayan tarihin ayak izleri… Saruhan Bey, Fatih, Kanuni, II. Selim, III. Murat, onlarca şehzade ve daha nice insan ve olay.

 Ama hiç biri ben değil. Hiç birisi duygularıma tercüman, ormanın ortasında kalmış yalnızlığıma yoldaş olmuyorlar.

Zamanım kısıtlı ve bu kısıtlı zamanda darmadağınık düşüncelerim, düşlerimi bir yerlere not düşmek istermişçesine aceleciyim!

 Yaprakları öpen yağmur damlaları bazen Ege bazen de Karadeniz’in sesi olarak geri dönüyorlar. Sığınacak başka sine yok bu saatlerde. Gerisin geri bana dönmeleri ve uykumu da alıp gitmelerinin başka anlamı olamaz!

Şehirlere yelken açmak niyetiyle başladığım kelime yolculuğu şehirler kadar metropol kokmayacak bunu biliyorum.

Biliyorum sorunlar bitmeyecek şehirlerde. 

Biliyorum modernizmin dayattığı düşlerden alamayacak insanlar kalplerini. 

Ne kadar biliyor olsak ta bazen göz yumarız yaşadığımız şehirlerin sorunları karşısında duyarsızlaşırız nedense.

Doğma büyüme bu şehirde yaşayanlar arasında bir anket yapılsa emin olun bazı sokaklarını bilmez bazı hemşerilerimiz. Tarihini falan da sorsanız birkaç cümle kurmaktan acizizdir çoğu zaman yaşadığımız şehir hakkında.

Tıpkı benim gibi!

Bugün öğrendiğim Teoman Ergül’ün “İşgal” romanında anlattığı ibretlik bir hikâyecik paylaşmak isterim sizlerle.

Anlatacağım aslında bir Rum efsanesi. Manisa’nın işgal yıllarından bu yana anlatıla gelmiş. Alaşehir Kongresine katılan Saruhan (Manisa) temsilcilerinden Bahri’den alınmış efsane.

“Manisa Rumlarından yaşlı bir kadın Müslüman komşularına kızdı mı söylemeye başlarmış.

—Hiç kurumlanmayın bir gün bu topraklar yine bizim olacak.

Komşuları niçin bu toprakların onların olacağını sorduğunda ise:

—Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında Bizans İmparatorunun bu topraklara sığındı. Ancak zaman içinde küçüle küçüle bir eşek arısı olmuş ve bir çiftlikte tavana asılı sepette beklermiş. Ve Bizans Kralı oradan her yıl sorarmış:

Manisa’da Arap kabağı yapılıyor mu?” 

“Yapılıyor” cevabını aldığında:

“Ulu Caminin önündeki ulu çınar duruyor mu?” diye sorarmış.

“Duruyor” cevabını aldığında:

“Türk anaları oğlan çocuğu doğuruyor mu?” diye sorarmış. 

“Doğuruyor” cevabını aldığında ise başlarmış bağırmaya:

“O halde daha çok vakit gerek, daha çok vakit gerek…”

Bir şehri,  bir ülkeyi sevmek, şehre yatırım yapmak ve yaşanır bir şehir haline getirip ebediyete taşımak adına geçmişle bütünleşmek bir idealle olur bu böyle biline!

Yaşadığı şehirden bi haber olanlar ve o şehri sadece sanayisi ile ölçenler yarın bir gün şehirlerinin yerinde ne bulmayı düşünürler kendilerine sormak gerek.

Sanayi yatırımı adına ovalarını talan ettiren ancak muhtaç durumdaki çocuklara sıra geldiğinde ise yer darlığından, ödenek yetersizliğinden dem vurup okul, yurt ve barınma projelerini yıllar sonrasına erteleyenler o şehri gerçekten sevmiş olamazlar.

Bir şehri sevmek her mevsim kaldırım taşlarını söküp yenilerini koymakla ölçülemez. Şehre mal olmuş değerleri bir bütün olarak ortaya çıkaracak çalışmaları başlatmak ve bu anlamda yeni projeler ortaya koymakla mümkündür. Ancak öncelikle eldeki değerleri sahip çıkarak!

Bir şehri sevmek dünü bugüne bağlayan sokak isimlerini değiştirmek değildir. 

Şehri sevmek beton binalar dikerek kentleşmeden dem vurmak da değildir.

Şehri sevmek şehrin kılcal damarlarında atan nabzını duyumsamak, şehri içselleştirmek ve şehirle hemhal olmaktır.

Kültürel değerleri koruyarak güzelleştirmektir o şehri sevmek.

Yazıda geçen Rum kadının dileği yerine gelmiş olabilir mi sizce?

Bizans kralı tavandaki sepetten çıkmış olmalı hey dostlar!

Bir şehri sevmek için o halde daha çok vakit var mı diyeceğiz?